Siyaset ve biz

Aşağıdan ve gündelik hayata doğrudan etkisi olan, insanların katılım kanallarının açık olduğu bir siyasete popülizmde yer yoktur.

Çağdaş toplumlarda siyasetin yeri ve önemi tartışma götürmez bir gerçeklik haline geldi. Bugün siyaset neredeyse her alanda; toplu taşıma araçlarında, iş yerlerinde, alışveriş anlarında, hastane sıralarında. Hepimiz siyaset sahnesinin içine çekildik. Sosyal medya hesapları, sayısız tartışma programları her olayı en ince ayrıntısına kadar didikleyen binlerce bilgiden oluşuyor. Haber sunumuyla harmanlanan siyasi kanaatler, neredeyse her anımızda bizi siyasi bombardımana maruz bırakıyor.

Peki bu her zaman böyle miydi? Siyaset neoliberalizm olarak adlandırılan dönemde bu biçimiyle mi konumlanmıştı? Siyasetin bir tür üst belirleyen olarak geri kalan her şeyi kendisine angaje etmesi nasıl sağlandı?

ORTODOKS LİBERALİZM VE DEVLET

Friedrich Hayek ve Molten Friedman'ın temsilcisi olduğu ortodoks liberal politik ekonomi, 1970'lerde sermayenin içinde bulunduğu krizi aşmanın bir reçetesi olarak görüldü. O döneme kadar dünyanın pek çok yerinde hakim ekonomik paradigma olan Keynesçilik artık geri planda bırakılmalıydı. Bu paradigmadaki devletin piyasalara yönelen müdahalesi, ortodoks liberal düşünürler için bir sorundu. Kısacası bu paradigmanın değişmesi gerekiyordu ve çağdaş dünyada yeri yoktu. Çünkü kendi kendini düzenleyen küresel bir piyasada devlete olan ihtiyaç minimum düzeyde olmalıydı ya da devlet ancak hukukun işletilmesini sağlayabilir ve bu piyasanın garantörlüğü rolünü üstlenebilirdi.

1980'lerden itibaren Ranold Reagan ve Margaret Thatcher'ın öncülüğünde bu yeni ortodoks piyasa tahayyülü hayata geçirildi. 1990'lardan itibaren Sovyetler Birliği'nin yıkılışıyla küreselleşme arasında doğrudan bir ilişki kuruldu, kapitalist piyasanın genişlemesinin önündeki son büyük ‘devlet’ engeli de ortadan kalktı ve bugün bildiğimiz anlamda küresel bir kapitalizm inşa edildi.

Küresel kapitalizmin inşasında devletlerin önemli roller oynamasına rağmen, hatta Leo Panitch ve Sam Gindin'ın küresel kapitalizmin bizzat ABD'nin kendi suretinden inşa edildiğine dair güçlü argümanlarına rağmen devletin geri çekildiği ve sivil toplumun yükseldiği fikri 1990’lardan itibaren yaygınlık kazanmaya başladı.

TOPLUMSAL HAREKETLER VE SİYASET

Dönemin toplumsal hareketleri ve özellikle karşı küreselleşme hareketleri böyle bir atmosferde ortaya çıktı. Karşı küreselleşme hareketleri hem devletin geri çekildiği fikrinin hegemonik hale geldiği basıncın etrafında şekillendi hem de Sovyetler Birliği'nin yıkılışından sonra reel sosyalizmin ve özellikle Marksizmin siyasal iktidar hedefini ve perspektifini sorunsallaştırdı. Bu nedenle ana akımla ve iktidar mücadelesiyle özdeşleşen siyaset, toplumsal hareketler tarafından dahi problemli olarak görülmeye başlandı ve siyasetin aşağıdan ve kurucu biçimlerinin yolları arandı.

2010'daki Arap Baharı ile başlayan küresel ayaklanma dalgası siyaset mefhumunu büyük oranda değiştiren bir etki yarattı. O güne kadar ‘politik olmayan bir gençlik kuşağı’ olarak suçlanan milyonlarca gencin ayaklanmalar içinde yer alışı gerçekten de alışılagelmişin dışında bir politikleşme biçimlerinin gün yüzüne çıktığını gösterdi. Bir başka ifadeyle 1990'lardan itibaren devletin geri çekildiği ve sivil toplumun baskın olduğu yönündeki iddianın etrafında şekillenen yeni politikleşme biçimleri, isyanlar sırasında aniden açığa çıktı. Kent meydanlarındaki işgallerde bu yeni politikleşme biçimlerinin, aşağıdan yönelimlerin izdüşümleri, etkisi neredeyse herkes tarafından hissedildi.

Yine de bu yeni politikleşme biçimlerinin süreklilik sorunu, kalıcı olmayan ve belirsizlikle dolu bir dizi durumu beraberinde getirdi. Özellikle isyanların geri çekilmesinden sonra ana akım siyasal aktörler olaya hızlıca müdahil oldu. Ana akım siyaset, isyanların enerjisini sandık ekseninde soğurmaya çalışanlarla, karşıt bir argümanla kitle/sandık mobilizasyonu sağlamaya çalışan taraflar olarak şekillenmeye başladı. Chantal Mouffe'un ifadesiyle "siyaset geri dönmüştü" ancak bu siyaset 1990'lardan itibaren toplumsal hareketlerin irili ufaklı çabalarıyla ortaya çıkan, aşağıdan ve alternatif siyaset biçimlerini bütünüyle parçaladı ya da bu politikleşme biçimleri büyük ve ana akım siyasal aktörler tarafından araçsallaştırıldı.

Sonuç olarak Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, "popülist bir momentte" yaşadığımızı ifade ederken haklıdır. Çünkü popülist moment, siyaseti en tepeden kuran ve siyasetin hedefini de en yukarıya yükselmek olarak belirleyen bir etkiye sahiptir. Geri kalan herkes bu siyasetin bir parçası olmaya itilir. Aşağıdan ve gündelik hayata doğrudan etkisi olan, insanların katılım kanallarının açık olduğu bir siyasete popülizmde yer yoktur. Burada sadece siyasetin önde gelen figürleri, onların kitle iletişim araçlarıyla sergilediği performanslar ve izleyip oylama dışında söz sahibi olmayan milyonlarca insan vardır. Türkiye dahil birçok ülkede neredeyse 15 yıldır bu tarz bir siyaset hakim hale gelmiştir.

SONUÇ

Uzun yıllar neoliberal ortodoksi tarafından görünmez hale getirilen siyaset çağdaş dünyada çok güçlü bir şekilde yerini aldı. Ancak sorun siyasetin ve yaşanan politikleşme dalgasının toplumsal hareketlerin tahayyül ettiği biçimin tam karşısında yer almasıdır. Herkesin olanca politikleşme yaşadığı ve ana akım siyaset dışında hiçbir şey konuşmadığı böyle bir dönemde siyasete katılımın ve siyasete aşağıdan etkinin bu kadar az olması arasında doğrudan bir çelişki olduğu söylenebilir. Bu çelişki popülist aklın ‘izleyici merkezli’ bir siyaseti inşa etmesinin sonucudur. Dolayısıyla toplumsal hareketlere ve aşağıdan bir siyasete odaklanmak için belki de tekrar siyasetin var olan halini ‘görmezden gelmek’ faydalı olabil