Kolektif reaksiyon çağı

Burada tek bir soru sorulmalıdır; gözümüzün önünde yaşanan bu büyük felaketin ardından iktidarı ve bu şirketleri bu kadar pervasızca davranmaya iten nedir? Bu soruyu iki başlık altında cevaplandırmak yerindedir; eşitsiz güç ilişkileri ve kolektif aksiyondan kolektif reaksiyona geçiş...

Erzincan İliç’te yaşanan felaket bugüne kadar Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en büyük çevre sorunu olarak ifade ediliyor. Siyanür ve sülfürik asit başta olmak üzere yüzbinlerce tonluk kimyasalın toprağa ve havaya karıştığı söyleniyor. Olası sonuçlarının ne olacağını şimdiden söylemek zor olsa da pek çok uzman bunun Çernobil boyutunda bir felaket olduğunu belirtiyor.

Bu felaket şirket ve iktidar tarafından nasıl karşılandı? Öncelikle inkar ve sorumluluktan kaçmayla, ardından çevre aktivistlerini gözaltına alıp muhalif basını bölgeden uzaklaştırmayla ve son olarak henüz çöken madenin altında kalan işçiler varken yeni eleman ilanı vermeyle. Burada tek bir soru sorulmalıdır; gözümüzün önünde yaşanan bu büyük felaketin ardından iktidarı ve bu şirketleri bu kadar pervasızca davranmaya iten nedir? Bu soruyu iki başlık altında cevaplandırmak yerindedir; eşitsiz güç ilişkileri ve kolektif aksiyondan kolektif reaksiyona geçiş.

EŞİTSİZ GÜÇ İLİŞKİLERİ

Tahakküm ilişkilerini anlama konusunda Max Weber oldukça aydınlatıcı görüşler sunar ve eşitsiz bir güç ilişkileri konusunda Weber’den yararlanmak önemlidir. Weber, tarihsel süreci anlama konusunda “kalkış noktasını” iktidar mücadelelerine yöneltir. Marksizmin üretim sürecini merkeze koyan analizinden farklı olarak Weberci gelenek, tahakkümü merkeze alır. Burada iktidar için mücadele olduğu kadar iktidara karşı mücadeleler de önemli bir rol oynar. Bu nedenle her bir tarafın kendi grup oluşumunu, statü inşasını sağlayan bir dizi planlı ve amaç doğrultusunda gelişen eylemler söz konusu hale gelir. Bu süreç tahakküm eden açısından geçerli olduğu gibi tahakküm altına alınan için de geçerlidir.

Weber’in tahakküm mücadeleleri etrafındaki önerisini başka bir sosyologla, Karl Polanyi’nin hareket teorisiyle ele almak günümüz açısından verimli bir tartışma olanağı sunar. Karl Polanyi’nin “çifte hareket” kavramı, kapitalist piyasanın toplumu kökten bir şekilde dönüştürmek için harekete geçtiği anda toplumun da kendini korumak için bir karşı hareket oluşturduğunu ifade eder. Yani bir tarafta piyasa hareketi, diğer tarafta toplumu korumayı hedefleyen karşı hareket vardır. Nancy Fraser’a ise neoliberal piyasalaşma döneminde bu denkleme “tahakküm karşısında konumlanan” hareketleri de ekleyerek “üçlü hareket” çerçevesi sunar. Yani bir tarafta klasik anlamda çifte hareket şekillenirken, özellikle 1960’lardan itibaren tahakküm karşısındaki mücadeleler görünürlük kazanmış ve toplumsal hareket formunda 21. yüzyılda da yerini almıştır. Yeni yüzyılda karşı hareketlerin “sosyalizan” eğilimleriyle Fraser’ın bahsettiği tahakküme karşı mücadele eden hareketler arasında önemli kesişmeler yaşanır. Dahası bu kesişmeler teorik olduğu kadar pratik ve isyankar biçimler de kazanır. 2010’lardan itibaren başlayan toplumsal ve küresel ayaklanma dalgası belki de bunun bir ifadesi olarak okunabilir.

Yine de kapitalist piyasanın ve dolayısıyla egemenlerin, kendi karşı hareketini oluşturduğu için verili piyasa egemenlik formundan doğrudan başka bir toplumsal ilişki formuna (sisteme belirli sübvansiyonlar sağlayan yeni new dealcılık; sosyalizm; ve egemenler açısından en tercih edilebilir olanı faşizm) devretmesini beklemek için henüz yeterli neden yoktur. Bu eğilimlerin her biri fikriyatla güçlenmektedir; ancak şimdilik tercih edilen bu eğilimlerin herhangi bir örgütlü hareket formuna, planlı ve stratejik hamleler geliştirmesine engel olma yönündedir. Dolayısıyla hem Polanyici anlamda karşı hareketlerin hem de tahakküme karşı mücadele eden diğer toplumsal hareketlerin toplumsal tabanı “dekolektivizasyon” diye adlandırılabilecek bir saldırıyla karşı karşıyadır. Siyasi, ekonomik ve toplumsal hedeflerin kolektif hale getirilmesini engelleme konusunda dekolektivizasyon, kritik bir rol oynamaya başlamıştır.

Bu nedenle Fraser’ın üçlü hareketinden ikisi (kapitalist piyasanın karşı hareketi ve tahakküme karşı hareketler) giderek diğerinin karşısında gücünü yitirmekte, örgütlenme ve bir kolektif oluşturma, grup inşası yeteneğini kaybetmektedir. Bu ise kapitalist egemenlere “eşitsiz güç ilişkileri” etrafında neredeyse sınırsız bir hareket alanı sağlamaktadır.

Peki bu eşitsiz güç ilişkilerinde iki harekete, özellikle sosyalizan eğilimli olan ve tahakküm karşısındaki hareketlere ne yapmaktadır? Sınırları nedir?

KOLEKTİF AKSİYONDAN KOLEKTİF REAKSİYONA GEÇİŞ

Bu sorunun cevaplanabilmesi için yine Weber’in kavramsal setlerinden yararlanmak faydalı olacaktır; özellikle de aksiyon (eylem) ve reaksiyon arasında yaptığı ayrımdan.

Weber’e göre eylem, insan davranışlarının temel birimidir ve bu bilinçli bir şekilde hareket etmeyi, bir amaç ve hedef doğrultusunda davranmayı içerir. Dolayısıyla eylem, bir kişinin işe başlaması, hedefe ulaşmak için plan yapması ve karar almasını kapsar. Weber’in metodolojik bireyciliği bir kenara bırakıldığında bu kavram daha büyük grupların ve toplulukların “kolektif eylem”ini yansıtacak biçimde genişleme potansiyeli barındırır. 1960’larda toplumsal hareketlerin önemli tartışmalarından biri budur. Yani hareketlerin belirli bir amaç ve plan doğrultusunda toplumsal değişimi hedeflediği, dolayısıyla irrasyonel olmadığı ifade edilmiştir.

Bunun tersine reaksiyon, eylemin sonucunda ortaya çıkan tepki olarak okunabilir. Bir başka ifadeyle reaksiyon, belirli bir aktörün belirli bir hedef doğrultusunda geliştirdiği hamlelerin olumlu ya da olumsuz yansıması ya da karşılığıdır. Bu nedenle belirli bir plan, amaç ya da kararlar silsilesini içermez. Sadece aktörlerin gerçekleştirdiği eylemlere tepki verir.

Bugün siyasetin dekolektivizasyonuyla kapitalist egemenlerin sosyalizan karşı hareketleri ve tahakküm karşısındaki toplumsal hareketleri sürüklediği nokta tam olarak budur. Onları kolektif eylemden arındırma, eşitsiz bir güç ilişkisi etrafında eylem tekelini kendisinde toplama ve milyonlarca insanı kolektif olarak “reaksiyoner” bir tepkimeye sokma yönündedir. Kapitalist egemenlerin ve iktidarların 2008 finansal krizi ve 2010’larda başlayan toplumsal ayaklanmalardan aldığı en önemli derslerden biri budur. Bu toplumsal hareketliliğin ve isteklerin belirli bir program ve amaç doğrultusunda bir araya gelmesini engellemek.

Kolektif eylem dışında söylenmenin serbest olduğu bir reaksiyondan artık korkmak için bir nedenleri yoktur. Çünkü kolektif eylemden farklı olarak kolektif reaksiyonun belirli bir dönüşümü gerçekleştirmediğini kavramış görünürler. Hem reaksiyoner hem de dekolektivizasyon nedeniyle bugünü ve felaket geleceğini örgütleme, plan yapma tekili sadece egemenlere bahşedilmiştir.

SONUÇ

İster kendimize bireysel serzenişlerde bulunalım isterse yaşadığımız durumu “bizim büyük çaresizliğimiz” gibi daha romantik noktalara bağlayalım. Yaşanan durum tam olarak kolektif eylem yeteneğini kaybetmekten ya da bunun tekelini egemenlere kaptırmaktan dolayı gerçekleşmektedir. Kolektif bir reaksiyon çağı ne bir plana ne de bir amaca hizmet etmektedir. Bu noktada bugünü ve geleceği örgütleme tekelini egemenler üstlenmektedir. Bu gelecek bizim için felaket anlamına gelecek olsa bile.