En acil sorunlardan biri: Siyasetin Dekolektivizasyonu

Popülist siyaset sürekli en tepeye çıkmayı ya da en tepedekilerin yanında yer almayı öğütleyen, aşağıdan her talebin yüksek siyaset içinde boğulmasına neden olan ve yaşamsal ihtiyaçlar büyük siyasetçilerin uzun vadeli çıkarlarının ve hedeflerinin altında ezilir hale getiren bir mekanizmaya dönüştü.

Depolitizasyon kavramı, 1990’lı yıllardan itibaren toplumsal alanda ve kullanımda yaygın bir biçimde yer aldı. Depolitizasyon özellikle yeni kuşakların politik alana olan ilgisizliğine vurgu yapıyordu çünkü önceki kuşakların, özellikle 1960’lar ve 1970’lerin yıkıcı ve yakıcı atmosferinde dünyayı değiştirme mücadelesinin parçası olduğu kabulünden hareket ediyordu. Oysa yeni kuşaklar siyasetten uzak durmakta ve siyasi bilinç geliştirmekten imtina etmekteydi. Bu nedenle bu kavram, yer yer bir tür suçlamayı, geçmişe duyulan özlemi ve nostaljiyi de ifade ederek karmaşık bir anlama büründü.

Ana akım siyaset ve siyasal iktidar mücadelesi toplumsal hareketler için neoliberal dönemde “geri plana” atılırken, 1990’lardan itibaren pek çok toplumsal hareket belirli toplumsal hedefler etrafında toplumsal seferberlikler örgütledi. Her ne kadar yeni toplumsal hareket kuramcıları bu seferberliklerin kültürel alanı önceleyen bir içeriğe sahip olduğunu ifade etse de bu hareketler neoliberal dönüşümün yarattığı ekonomik eşitsizlikler kadar alternatif bir siyasetin olanaklarını da içeriyordu.

Toplumsal hareketler etrafındaki toplumsal seferberlik ve kolektivizasyon süreci, gerek alternatif küreselleşme hareketlerinde gerek meydan hareketlerinde ve diğer toplumsal hareket pratiklerinde önemli bir yer buldu. Kolektivizasyonun sürekliliği sağlandıkça ekonomi, toplumsal, siyasal ve kültürel alana dair alternatifler de çeşitlendi. 2010’daki ayaklanmalardan sonra “siyasetin geri dönüşüyle”, genel olarak toplumsal hareketlerin kolektivizasyon süreci tersine çevirmeyi hedefleyen bir “dekolektivizasyon” süreci de başladı.

DEKOLEKTİVİZASYON NEDİR?

Nancy Fraser, Engels’in Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’nde sosyalizmin basitçe üretim araçlarının ortak mülkiyeti ya da onu toplumsallaştırma anlamına gelmediğini, aynı zamanda toplumsal yeniden üretim alanının kolektivizasyonu anlamına geldiğini ifade eder. Bu nedenle Fraser’a göre üretim alanı ve yeniden üretim alanındaki bölünmeyi aslında Engels’in bu ısrarıyla tersine çevirmek mümkündür çünkü bu bir tür kesişimsellik yaratır. Bu nedenle kolektivizasyon basitçe örgütlenmenin, hatta üretim araçlarının sahipliğinin de ötesine geçer ve toplumsal örgütlenmenin ve yeniden üretim alanını örgütlemenin ifadesine dönüşür.

Sosyolog Göran Therborn ise kolektivizasyonu onun karşıtıyla yani özelleştirmeyle birlikte ele alır ve bunları iki tarihsel hareketin (işçi sınıfı ve sermaye hareketlerinin) izdüşümleri olarak görür. Therborn, Marx’ın üretici güçlerin gelişimiyle daha sosyal bir karakter kazanacağı vurgusunu bu işçi sınıfı hareketinin mantıksal çerçevesini özetlemek için kullanır. Elbette bu basitçe bir teorik açıklama değildir çünkü işçi sınıfının bu mantıksal çerçeve etrafında hareketi 19. yüzyılın sonundan itibaren kendini göstermiştir ve 20. Yüzyıla da damgasını vurmuştur. Demiryolu, havayolu, ulaşım gibi üretim ve taşımacılığın gelişimi, merkez kapitalist ülkelerde “Keynesçi uzlaşı” etrafında gelişen refah uygulamaları, doğrudan bu sosyalleşme ve kolektivizasyon sürecinin etrafında örgütlenen Komünist Blok, yeni sömürge ülkelerdeki mücadele ve kalkınma planları ve hatta İskandinav ülkelerdeki hükümet planlarında da bu kolektivizasyon ve sosyalleşmenin etkisinin görüldüğünü söyler.[1]

Üretim ve toplumsal alandaki bu kolektivizasyon sürecinin 1960’lar ve 1970’lerin kuşaklarında da önemli bir karşılığı olur ve bu dönemin kuşakları bu kolektivizasyonu dünyayı değiştirmenin ve yeniden şekillendirmenin bir parçası haline getirir. Merkez ülkelerde önemli ölçüde kültürel alanda etkisini gösterirken, Üçüncü Dünya ülkelerinde doğrudan siyasetle özdeşleşen politik kuşaklar yaratır.

1980’lerden itibaren gündemimize giren özelleştirmeler basitçe kamuya ait bazı şeylerin sermayeye devredilmesi değildir. Özelleştirmeler tam olarak kolektivizasyonun ya da sosyalleşmenin karşısında konumlanır. Bir bütün olarak toplumsal hayatı piyasanın “müşteri” ilişkisi etrafında yeniden tahayyül eder. Dolayısıyla iki tarihsel hareketin iki ayrı mantıksal çerçevesi aynı zamanda toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik alanı şekillendirmenin arka planını oluşturur.

NEOLİBERALİZME GEÇİŞ

Özelleştirmeler 1980’lerden itibaren hız kazanır ve dünyanın pek çok yerinde bu kolektivizasyon sürecini parçalamaya başlar. Neoliberal Ortodoks iktisatçılar sınırsız ve kendi kendini düzenleyen bir piyasa tahayyülünde devletin “geri çekildiği” vurgusunda ısrarcı olur. Bunun önemli nedenlerinden biri de siyaseti, yani 1960’lar ve 1970’lerdeki kuşaklar için dönüştürücü ve dünyanın gidişatına müdahil olabildikleri bir araç olan siyaseti büyük oranda hedef olmaktan çıkarmaktır. Bu nedenle depolitizasyon basitçe kişisel bir tercihten ötesine geçer ve toplumsal alanda siyasetin görünmez hale getirilmesinin, nasıl yaşayacağımız ve yönetileceğimiz konusunda söz sahibi olmamanın bir garantörü haline gelir. Her ne kadar ana akım siyaset bu dönemde geri çekilse de toplumsal hareketlerin toplumsal alanı önceleyen pratikleri hem neoliberal dönüşüme bir karşıtlık ortaya çıkarmış hem de bu karşıtlığın içinde alternatif bir siyasetin gelişimi için de çabalamıştır.

SİYASETİN GERİ DÖNÜŞÜ VE DEKOLEKTİVİZASYON

2010’lardan itibaren ortaya çıkan ayaklanmalarla birlikte bildiğimiz anlamda “siyaset geri döndü” ve her yeri kapsayacak biçimde ana akım bir nitelik kazandı. Bu nedenle nasıl yaşayacağımız ve yönetileceğimiz sorusu herkes için belirgin hale gelmeye başladı. Toplumsal hareketlerin seferberliği de uzunca bir süre bunun etrafında şekillendi.

Ancak siyasetin geri dönmesine rağmen bunun 1960’lar ve 70’lerde yarattığı tehdidin farkında olan egemen sınıflar, siyasetin “dekolektivizasyon” sürecini de başlattı. Özelleştirmelerin ve piyasa toplumunda müşteri olarak muamele görmenin ardılında siyaset; toplumsal çatışmanın ve bölünmenin derinleştiği, egemen aktörler ve onların yanında yer almaya çalışanların haricindekiler izleyici konumuna itildiği, rant ve rüşvet yoluyla sınıf atlamanın bir aracı haline geldi. Popülizm siyaseti merkezi hale getirdikçe cazibesini arttırdı ancak siyasetin katılımcı kanallarını, müdahil olma olasılığını mümkün olan en aza indirgemeye çalıştı. Bu nedenle neoliberal ortodoksi günümüzde siyaseti geri dönmekten alıkoyamasa da onun içini boşaltmayı ya da onu bir tür teknokratik mekanizmaya çevirmeyi başardı.

SONUÇ

Kısacası güncel konumlanışıyla popülist siyaset, sürekli en tepeye çıkmayı ya da ancak en tepedekilerin yanında yer almayı öğütleyen, aşağıdan her talebin yüksek siyaset içinde boğulmasına neden olan ve yaşamsal ihtiyaçlar büyük siyasetçilerin uzun vadeli çıkarlarının ve hedeflerinin altında ezilir hale getiren bir mekanizmaya dönüştü. Bu nedenle siyasetin dekolektivizasyonu milyonlarca insanın birkaç siyasetçiyi televizyondan ve sosyal medyadan izlediği, buradaki performatif diskurlarını seçimlerde onayladığı bir yere evrildi. Dolayısıyla kolektivizasyon, bugünün en acil sorunlarından biridir ancak bunun nasıl yapılacağı sorusu hale belirsizliğini korumaktadır.

[1] Göran Therborn, Marksizmden Post-Marksizme, Dipnot Yayınları, s. 32

Etiketler
popülizm siyaset politika