Hayat ranta feda

Pandemiden beri yazları Gelibolu'da kalıyorum. Ailem 32 yıl önce minik bir kooperatif evi almıştı; 30 yıldır yazları gittik geldik. Pandemiden beri de yaz...

Pandemiden beri yazları Gelibolu'da kalıyorum. Ailem 32 yıl önce minik bir kooperatif evi almıştı; 30 yıldır yazları gittik geldik. Pandemiden beri de yaz başı annemi, babamı, kedilerimi, kitaplarımı, (bir türlü çalmayı beceremediğim) gitarımı alıp gidiyorum.

Gelibolu 30 yılda çok değişti. Bir sahil kasabası görünümünden bir yazlık ilçeye dönüşüyor. Mavi bayraklı plajları var. Saroz, Bolayır plajları, Marmara kıyıları ile yaz sıcağında kimi gün hafif, kimi gün sert esintili günler vaat ediyor. Lapseki'ye kalkan motorların ve arabalı vapurların yanaştığı iskele, etrafındaki balıkçı ve peynir tatlıcıları ile yıllarca Kuzey Ege'ye tatile giden turistlere tatlı bir mola yeri oldu. Minik iskelesi, etrafını çevreleyen büyüklü küçüklü balık lokantaları ve siluetin en değerli parçası Piri Reis Müzesi ile Gelibolu gerçekten çok sevimlidir. Geçmiş yıllarda Çanakkale Savaşları'nda bu topraklarda kalan dedelerinin mezarlarını anmak için gelen Anzaklar'ın torunlarını turizm hareketlensin diye dört gözle bekleyen esnaf, artık kışları da kalan yazlıkçılar, giderek büyüyen ilçenin lüks siteleri sayesinde biraz daha rahata erdi.

Tarlalar konut olurken

Geçenlerde bir sabah annemle aile sağlık merkezinden dönüyorduk. Annem, Sarmaşık denen yeni yerleşim bölgesine doğru genişleyen ilçenin yeni lüks sitelerine bakarak, "Bak adamların tarlaları ne oldu, bir tarla verdi kaç konut aldı kim bilir" dedi. Muhtemelen öyledir. Bizim evin önünde 30 yıldır ekilip biçilen bir tarla vardı. Bu yıl satılmış, lüks villalar yapılmaya başlanmış. Yani umarım yapılıyordur, zira geldiğimizde bir hayli gayretli giden inşaat nedense birden durdu. İnşaat sektörünün değişken maliyetler nedeniyle sıkıntıda olduğunu biliyoruz. Böyle yarım kalırsa kötü.

Evet 30 yıldır önümüz tarlaydı. Neler ekilmedi ki... Mesela bölgenin kraliçesi Ayçiçeği. Denize giderken içinden geçtiğimiz ayçiçeği tarlasından göz hakkı diye birkaç çekirdek alırdık, yalanı yok. Bir ara sebze ekildi, domates, salatalık, biber, marul... Marul... Annem pazardan marul alırken asla pazarlık etmez. "Bir marul için bir çiftçinin nasıl emek harcadığını görüyoruz kızım burada" der. Annem zaten pazarda bütün alacaklarını asla aynı pazarcıdan almaz, "herkes kazansın" diye. Esnaf kızıdır. Dedemin dükkanında çalışmış küçükken. Halden anlar yani.

Siyasetin vakti dar

Dönelim önümüzdeki tarlaya... Bazen yalnızca hayvanlar için mısır koçanı ektiler, bazen de yonca. İnşaat bir yandan devam ederken, kalan yoncaları da yemesi için Gelibolu köylüsü atlarını araziye salıyor. Bize de atlara su vermek düşüyor. Bu da bu yaz yaptığım işlerden biri oldu.

Bölge öyle verimli ki, ne atsan bire bin veriyor. Yani kendi kendine yetecek bir yer. Bu berekete rağmen, "neden tarım değil de inşaat" diye düşünmüyorsunuz tabii, nedeni belli. Çünkü ülke ekonomisi, toplum sosyolojisi buna göre şekillendirildi. İnşaat rantı hayatın manası haline geldi. Hem daha çok konut, daha çok çimento, demir, beton siyasetin daha kısa vadeli finansmanı demek. Oysa tarımın siyasete getirisi uzun vadeli. Günü kurtaracak siyaseti finanse etmesi zor.

Ama bugün dönüp "niye İstanbul'un pazarlarında etiketler böyle çıldırmış" diye sorduğunuzda, yanıtı belli. Ülkeyi beslemesi umulan bereketli toprakların, tarımı bitirme pahasına politikalar nedeniyle artık sahiplerine bir iş alanı olmaktan çıkması ve bu alanların daha kolay gelir getirecek "arazi üretimi" sektörüne bırakılması.

Köylü doyar, sen kentliyi düşün

Fox TV'de haberleri sunan Selçuk Tepeli çifti çocuğu. Bu konuya çok yer veriyor haberlerinde. Çok sevdiğim bir sözü var:

"Köylü aç kalmaz, köylü bir şekilde bahçesindeki ağaçla, toprağını ekip aldığı mahsulle karnını doyurur. Peki ya bunu yapamayacak olanlar? Ya şehirdekiler? Ya gıda için köylünün üreteceklerini bekleyenler?" diye sormuştu bir keresinde. Doğru... Eğer yaşadığınız toprak verimliyse bir şekilde karın doyar. Mesela Gelibolu'daki evimizin bulunduğu mahallede, hiç bir özel uğraş olmamasına rağmen ağaçlardan meyve fışkırıyor. Bizim ev biraz rüzgara açık, ama kuytu evlerin bahçeleri, erik, kayısı, şeftali, incir ağacı dolu... Üzüm asmaları da var. Kimi bahçesini de ekiyor. Bu nedenle yaz bereketini yerel pazarlarda bulmak mümkün. Bu bölgenin tescilli ürünü Bayramiç Beyazı (bir çeşit nektarin) bile ağaçtan pazar tezgahına maliyetinde geliyor. Ama bu ürünün başka şehirlerin pazarlarına gitmesi sıkıntılı. Zira mazotu, diğer nakliye masrafları vs var. Yani dolar ve akaryakıt böylesine kontrolsüzce yükseldiği zaman, enflasyonu düşürmesi beklenen "yaz bereketi" dediğimiz şey, büyük şehirlerin pazarlarına yansımıyor.

Arazi Üretimi

Tabii tarım yapılan bölgelerde bu inşaat rantı devam ederse, yerel pazarlarda da aynı sorunu yaşayacağız. Tarım konularında haberler hazırlayan Cem Seymen bir haberini Antakya'da bir karakılçık buğdayı tarlasından yapmıştı. Buğdayda atalık tohumun önemi, bu tohumun satışına hapis cezası getiren yasayı ve bunun büyük sermaye ve uluslararası şirketleri korumayı amaçladığını anlatıyordu. Sonra dedi ki "Bu tarla 1700 yıldır aynı aileye aitmiş. Ya çocukları yapmasaydı bu işi?"

Pek çok yerde yapmıyor. Gerek Türkiye'de tarım topraklarının parçalanmışlığı, gerekse iktidarların tarım yerine, hızlı para dönüşü sağlayan inşaatları desteklemesi yüzünden arsalar, tarlalar araziye dönüştü. Bu dönüşüme kapitalizm hemen bir isim buldu: Arazi Üretimi.

Bu ifadeyi ilk kez inşaatçı bir tanıdığımdan duymuştum. Arsa biriktirmişti. Bundan bir 15 sene kadar önce "Arazi Üretimi" işine girdiğini söylemişti. İlk kez duyuyordum. "O da nedir" demiştim. Sonradan anladık ki, boş arsalarınızı inşaat arazisine dönüştüren bir imar, paylaşım ve rant süreci.

Bandırma'da buğday tarlalarına sanayi bölgesi kurulmasına itiraz eden buğday üreticisi bir çiftçi kadın "Toprak bizim ama mahsul bizim değil, bütün Türkiye'nin mahsul. Eğer daha fazla üretilirse ihraç olur, Türkiye'ye gelir olur. Hiçbir zaman toprak kaybettirmez, buğday kaybettirmez. Ama metal kaybettirir, boya kaybettirir" diyordu.

Evimizin değeri

Yaklaşık 40 yıldır İstanbul'un en eski sitelerinden biri olan Uçaksavar Sitesinde oturuyorum. Ailemin orada evi var. Asker ailelerinin eski bir kooperatifi burası. Evi teslim almaları benimle yaşıt. Ben de onlardan uzak olmamak için bu sitede kiracıyım. Uçaksavar Sitesi inşaat şirketlerinin göz diktiği arazilerden biri. Bir dönem inşaat firmaları kocaman kocaman vaatlerle yolları çok aşındırdı. Neyse ki çok kalabalık olan kooperatif üyeleri arasında anlaşma sağlanamadı da o doğal alan dönüşmedi. Ama teklifler durmuyor tabii.

Benim bu tür teklif mektuplarında en çok dikkatimi çeken "bu dönüşümden sonra evinizin değeri 4-5 kat artacak" ibaresi. Mesela ev benim için yaşamak, mutlu zamanlar geçirmek, anı biriktirmek amaçlıdır. Asla severek oturduğum evimin değerinin kaç para ettiği beni ilgilendirmezdi. Çünkü ev çocukluktur, her bir köşesi çerçeveli anıdır. Kokusu yıllar öncesine götürür. Komşuluktur, sığınağındır, güvendir, hayatındır yani...

Ama artık evlerimiz yaşamak için değil, satıp daha da fazla rant elde etmek için. Oturulan evin geçmişi, sokağının, mahallesinin tarihi, anıları, yaşanmışlığı önemi olmuyor; gelecekteki ederi önem kazanıyor. Kent hakkında çalışmalarıyla ünlü antropoloji profesörü David Harvey, İstanbul'da TMMOB'un bir paneli için gelmişti. "Şehirler artık insanların yaşaması için değil, birilerinin rant elde etmesi için var oluyor" demişti. Öyle ne yazık ki... Bu durum ev ya da apartman dairesi için de geçerli.

Otomobiller bile ikinci el için

Otomobiller bile öyle değil mi? Bu ülkede çoğunluk istediği renk ve model otomobil yerine, ikinci eli para eden otomobil almayı tercih eder. Yaklaşık 35 yıldır otomobil kullanırım. Gençliğimde kırmızı otomobil severdim. Aradan yıllar geçtikçe kırmızı otomobil kolay bulunamaz olmuştu. Bir gün öğrendim ki insanlar ikinci eli ucuza gidiyor diye renkli otomobil almıyormuş. Bu talepsizlik de otomobillerin renklerini siyah, beyaz, gride sınırlı tutuyor.

Bütün bu tablo geleceğe duyulan güvensizlikten ötürü. Zaten bu güvensizliği bugünün ekonomisinde canlı canlı yaşamıyor muyuz? Faize bile güven yok ki paraya kur koruması geliyor. Piyasaya güven olmadığı için parası olan mülke yatırıyor. İnsanlar her türlü ekonomik çöküntü, karşısında evlerini en iyi koşullarda satıp gidebilmek, ya da örneğin bir eğitim harcaması, bir sağlık sorunu ile karşılaştıklarında otomobillerini en iyi fiyata satabilmek, mevcut evlerinin değerini yükselterek, mevcut binalarına yeni katlar çıkarak çocuklarına başlarını sokabilecekleri bir çatı verebilmek için didinip duruyorlar. Evlatlarını okutmak, hatta yurtdışında okutmak için hayatlarından veriyorlar. Bu halimiz geleceğe, ülkeye, devlete, devletin kurumlarına, hakka, hukuka güvensizlikle ilgili.

Yoksa neden hayat ranta feda olsun?