Döncem ben saa!!

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. “Seni olduğun gibi seviyorum” sözü çoğunlukla romantik filmlerde kullanılmak için icat edilmiştir ve gerçek karşılığı yoktur.

1980’li yıllardan geçen yaşanmış bir hikayedir; Virgin Havayolları’nın bir uçuşu uçakta (Boeing 767) oluşan beklenmedik bir arızadan dolayı iptal edilmiştir. Virgin yetkilileri apar topar yeni bir uçak bulmuşlardır. Sorun, koltuk numaralarının farklı oluşudur. Yine çok hızlı bir şekilde bir kontuar açarlar. Yolcular yeni biniş kartlarını almak için sıraya girerler. Yer hizmetleri görevlisi seri bir şekilde uzun bir kuyruk oluşturan çoğu mutsuz yolculara yeni biniş kartlarını verirken, birden bir yolcu sıradakileri ite kaka yararak kontuara gelir. Sertçe biniş kartını kontuara çarparak “Benim bu uçakta olmam lazım ve üstelik bana birinci sınıfta yer bulacaksınız!” diye bağırır. Görevli nazikçe yanıtlar: “Öncelikle bu iptalden dolayı özür dilerim beyefendi. Size yardım etmekten tabii ki mutluluk duyarım ama öncelikle sırada bulunan yolculara hizmet vermek durumundayım. Sıranız geldiğinde elimden geleni yapacağımdan kuşkunuz olmasın.” Adam bu yanıtın üzerine tehditkâr bir tavırla görevliye doğru eğilip yine sertçe ve yine bağırarak “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” der. Görevli istifini bozmadan gülümseyerek kontuarın üstündeki anons mikrofonunu eline alır ve tüm terminale şu duyuruyu yapar: “Dikkat dikkat! 14 numaralı kontuarda kim olduğunu bilmeyen bir yolcumuz bulunmaktadır. Kimliğini bulmasında yardımcı olabileceklerin 14 numaralı kontuara gelmesi rica olunur.”

1990’lı yılların sonu… Bir yakın arkadaşım çalıştığı işyerinin iflas etmesi sonucu işsiz ve bu işsizliği uzun süredir devam etmekte. Bir gün dertleşmek için beni aradı ve buluşmak istedi. O akşam da ben başka iki arkadaşımla bir ocak başında randevulaşmıştım. Bu arkadaşlarım kendi firmalarında karar alıcı pozisyona gelmişlerdi ve hatta biri insan kaynaklarındaydı. Fırsat bu fırsat, durumu işsiz olan arkadaşıma anlatıp onu da çağırdım. Kem küm edince anladım ve “Ben senin hesabını hallederim, gel. En azından adamlarla tanış” dedim. Yemek gayet iyi geçti. Arkadaşım ikisinden de görüşme için randevu aldı. Bu arada onun hesabını ödediğim belli olmasın diye tüm hesabı ben ödedim, olan bana oldu. Fakat arkadaşım anlamsız bir şekilde bahşişi kendi ödemesi konusunda ısrarcı oldu. Verdiği bahşişi görünce dondum kaldım. Neredeyse hesabın yarısına yakınını nakit olarak hesap pusulasının üzerine bıraktı. Diğer iki arkadaşımla vedalaşıp baş başa kaldığımızda hemen bu bahşiş saçmalığını neden yaptığını sordum ve ekledim: “Oğlum senin durumun yok diye biliyordum.” Arkadaşımın yanıtını halen detaylı olarak hatırlıyorum: “O para cebimdeki son paraydı. Eve dönmek için senden borç isteyeceğim. İşe başvuracağım adamların benim umutsuzca paraya ihtiyaç duyduğumu düşünmelerini istemedim. Onların bana işi bahşeden konumda olmalarını istemedim. İhtiyaçtan değil istediğim için işe başvuruyorum diye düşünmeleri bence daha doğru. Kim olduğun değil nasıl algılandığın önemli bu alemde.”

Bu sefer 2000’li yılların başı… Yine bir arkadaşım ve konu yine işsizlik. Kendi kurduğu firma ülkemizde sıkça rastlanan bir ekonomik kriz dolayısıyla batmış ve borçları ödedikten sonra arkadaşımın elinde ancak 3-5 ay geçinecek bir para kalmış. Bir sürü işe başvurmuş ama geri dönen olmamış. Gerçekten çaresiz bir durumda. Onu ziyarete gittiğimde şans bu ya başvurduğu firmaların birinden telefon geldi. Telefondaki kadın başvurusunun olumlu değerlendirildiğini söyleyip son aşamada ona birkaç soru sormak istediklerini aktardı. Arkadaşım gayet sakin ve usturuplu bir şekilde kadına o an için uygun olmadığını ve ilk fırsatta kendilerine geri döneceğini söyleyip telefonu kapattı. Oysaki o dakikada benimle tavla oynamak dışında yaptığı bir iş yoktu. Eline zarları aldı ve çalkamaya başladı. Çalkalarken de bu davranışını bana açıkladı: “Şu an telefonu kapatarak bu işe girmenin benim için ne kadar önemli olduğunu hissetmesini önledim. Bu konuşmanın sonunda illaki konu maaşa gelecek ve inan ki o pazarlıkta şu an daha iyi bir konumdayım.”

Deveye sormuşlar

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. “Seni olduğun gibi seviyorum” sözü çoğunlukla romantik filmlerde kullanılmak için icat edilmiştir ve gerçek karşılığı yoktur. Tamam, tek tük bazı ilişkilerde belki yaşanıyordur ama büyük çoğunluk karşısındakini, hatta bırak karşısını, kendini bile olduğu gibi “her haliyle” sevmiyor, sevemiyor, kabul etmiyor. İlişkiler genelde “katlanma”, “tolerans ve sabır gösterme”, “görmezden ve duymazdan gelme” üzerine kurulu. Maalesef bir bölümü ise zorunluluktan; maddi ve manevi.

İnsanın kavgası öncelikle kendisiyle. Genel bir kendini yetersiz ve çirkin bulma hali var. Burada Cemal Süreya’yı anmadan geçmeyelim: “O beni herhalde sevmiş! Oysa ben onu her halde sevmiştim.”

Bu iki arkadaşımın kaygılarının temeli aynı: Gerçek durumumu bilirlerse beni işe almazlar veya pazarlık masasından hak ettiğimden daha azını elde ederek kalkarım. Ne yazık ki ilk hikayedeki adam gibi birçok insan kendi önemlerini sürekli hatırlatarak ve daha da ötesi başkalarının kafasına kakarak aslında bir var olma, edinme savaşı veriyorlar. Kimi inceden, kimi kabaca. Beyazıt Öztürk’ün bir dönem sıkça parodileştirdiği telefondaki arkadaşına “Döncem ben saa!!” diyen şımarık çocuk karakterinde de aynı kaygı var. Ben önemliyim, popülerim, meşgulüm, zorunluluktan değil seçtiğim için bir şeyleri kabul ediyorum ve benzeri…

Dövme ve estetik sektörünün bunca palazlanması sadece benim mi garibime gidiyor? İnsanlar kendilerinden ve çevrelerinden emin ve hoşnutlar da bu yüzden mi durmadan kendi vücutlarıyla oynuyorlar? Kendi değerlerini, sevgilerini ve kafa yapılarını ilan etmek amacıyla vücutlarına kazıttıkları görsellerle ve yazılarla kendilerine mi yoksa etraftakilere mi bir şey anlatıyor, gösteriyorlar? Mütemadiyen estetik yaptıranlar da bu yolla kendilerini daha özgüvenli hissetmiyorlar mı?

Bence tüm bu kişiler haklı. Kimse kimseyi olduğu gibi kabul etmiyor. Herkesin kafasında kodlar mıh gibi zihinlerine çakılmış ve “mış” gibi oyununun oynandığını bilmelerine rağmen bir parçası olmayı içlerine sindirmişler. Ucuz akıl oyunlarıyla, ufak operasyonlarla ve bilumum irili ufaklı sahtekarlıklarla, “oldukları” gibiden uzaklaşarak kabul, onay ve kazanç bekliyorlar. Üzülerek görüyorum ki ciddi bir bölümü beklediklerini elde edebiliyor da. Sentetik, plastik bir ilişkiler ağında naylon düşler satanlar da arsızlıklarının kârını gözümüze sokarak itibar sağlıyorlar.

Belki de işe kendimizi kabul etmekle ve kuşku ve kaygı duymadan ve hatta kayıpları göze alarak, bunu başkalarıyla paylaşmak iyi bir fikir olabilir. Olur a, karşımıza bu oyundan (riyadan) bıkmış birisi çıkabilir ve yavaş yavaş çoğalabiliriz.

Yazıyı “Hepinizi olduğunuz gibi seviyorum” diyerek sonlandırmak isterdim ama çoğunuzun “Hadi lan ordan!” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Öyleyse son sözü Oscar Wilde’a bırakayım: “Kendini sevmek, ömür boyu sürecek bir aşk hikayesidir.”