Bir eksik çok fazla...
Alpaslan Akkuş yazdı...
Hakem sarı kartı çıkardığında kollar yana düşer, tribünlerin enerjisi çekilir, eller yana düşer, en azından berabere kalalım, diye düşünürdü televizyonun karşısında kaşları çatılanlar. İkinci sarısıydı çünkü Batşu Bey'in. Faul bile verilmese olurdu pozisyonda. Hakem de pek coşkulu bir faul düdüğü çalmadı zaten. Sonra gitti attı oyundan. Kenarda hiçbir detayı atlamayan kurt hoca kartın yanlışlığına doğruluğuna hiç takılmadı. Kenara doğru yürüyen oyuncusunun yanına gitti, parmağıyla kafasını işaret ederek, neden düşünmüyorsun bunları, diye sordu. Belki de, aklın nerede bugün, dedi, bilmiyorum. İlk yarı da alışılmış performansının gerisindeydi çünkü. Sürekli top ezdi. Her dokunulduğunda düştü. Sanki bedeni Kadıköy'deydi de zihni çoktan Katar'a gitmişti. Aman sakın "Bilerek kart gördü" demiyorum, konsantrasyonu dağılmış gibiydi, diyorum.
Batşu Bey çıktı ama, dedim ya işte, kollar yana düşmedi, tribünde ses kesilmedi, ekran başında kaşlar çatılmadı. Takım geriye yaslanıp bir kişi fazla oynayan takımın sağlı sollu gelmesini beklemedi. 11 kişiyken ne yapıyorsa onu yapmaya çalıştı. Elbette sahada bir kişi eksikken aynı şey olmayacaktı, ama niyet ve çaba bir gram azalmadı, hatta arttı.
Valencia önde daha çok bastı, İrfan Can orta alana ve gerisine daha çok geldi, Arao, Ferdi ve Crespo vitesi bir kademe daha yukarı çekti. Maçı kırmızı karttan sonra açan biri sahadakileri saymasa Fenerbahçe'nin eksik oynadığını anlayamazdı. İlk yarının belli bölümlerinde de Sivas oyunu tutmuştu zaten. Yine öyle oldu. Zaman zaman baskısını artırdı konuk takım. Ama Fenerbahçe'nin b seneki en büyük avantajı, yüksek motivasyonu tüm gedikleri tıkamaya yetti.
Kırmızı karttan çok kısa bir süre sonra gol bulunmasa, direnç bu kadar yukarıda kalır mıydı, bilemiyorum, ama kaldı. Crespo'nun yerdeki topa kafasıyla uzanarak, tekmeye kafa uzatma çıtasını arşa çıkardığı an bu sene Fenerbahçe'yi yenmenin ne kadar zor olacağı en iyi anlatan andı. Ferdi'nin 90 artı 8'deki kontra deparı da tam ikna olmayanlar için geldi.
Geçen senelerde, çok yetenekli olmasına rağmen rakiple çok dalaşıyor, eli kolu çok oynuyor, diye eleştirdiğimiz Serdar Aziz, tam anlamıyla seviye atladı.
Mental olarak çıktığı yere, topla çıkarken yas yüzdesini de götürünce Fenerbahçe defansta da epey rahat etti. Aynı şey İrfan Can için de gecerli. O da konsantrasyonunu rakipte topa çevirdi, gücünü artırdı, sonuç ortada. Alioski de önceki maçlara göre bir adım öndeydi. 10 kişi kalmış bir takımın sol bekinin ceza sahasında penaltı alması hem onun hem de onu oraya gönderen hocasının hanesine büyük artılar yazdı.
Burada artık Ferdi Kadıoğlu'na birkaç cümle etmek de farz oldu. Bıraktım sahadaki mevkileri, gişeye koysanız bilet kesecek, üniforma verseniz güvenlik olacak. Bir insan bu kadar kısa sürede oynadığı bütün mevkilerde bu kadar yüksek randımanı sadece ve sadece çok çalışarak verebilir. İyi çalım atan çelimsiz çocuktan, vurduğunu yıkan, hem defans yapıp hem ileri çıkan bir deve dönüşmesi ibretlik. Bu büyük gelişime rağmen hala zekası tüm özelliklerinin önünde gidiyor. Zaten en önde akıl olduğu için, arkasından giden güç ve yetenek yönünü hiç şaşırmıyor.
Valencia hala topsuz oyunu toplu oyundan daha iyi oynuyor, gol krallığında lider olsa da topu aldığında kısa devreleri sürüyor; Emre Mor müthiş yeteneğine rağmen, maçın başında değil de hamle oyuncusuyken daha iyi katkı yapıyor; Altay travmayı atlatmış gibi görünüyor; Szalai muhtemelen rüyasında Dünya Kupası arasını görüyor; enerjisi sonsuza kadar bitmeyecek gibi görünse de Crespo da aynı rüyada kendine bir oda arıyor. Muhtemelen diğer sakatlar da bu arada dönüş hesapları yapıyor. Sene başında tam kadro olamayan bu ekip hocayla birkaç haftalık kam geçirdikten sonra çok acayip şeyler vadediyor.
Üç dört günde bir kader maçı oynayan takımın bir arayı hak ettiği kesin. Ama taraftar o arayı hiç de gönüllü beklemiyor. Elbette sakatların iyileşmesi, yorgunların dinlenmesini istiyorlar ama bunca yıl sonra bu kadar etkili bir takım bulmuşken, sorsanız, her gün izlemek istiyorlar. Tribünde aralarına karışan ve bir iki maçtır sesi gelmeyen sosyal medya sevdalılarını saymazsak her maç efsane tribün günlerine biraz daha yaklaşıyorlar. Sivas maçında 10 kişi kalmış takımı tam anlamıyla 11'e tamamladılar. Oradaki herkese tek tek teşekkürler.
Sonuçta senenin en kritik maçlarından birini galibiyetle tamamladı Fenerbahçe. Özel ve genel fazlaca etken puan kaybı riskine işaret ederken, üstelik maçta eksik kalmışken 3 puan almak büyük iş. Hem de sıkıntılı bir hakem yönetimine rağmen. Hikayenin baş kahramanı yine kenarda. Hiçbir detayı atlamadan sürekli oyuna müdahale eden, gördüğü en küçük aksaklıkta oyuncusunu kenara çağırıp bazen kızarak bazen saçını okşayarak anlatan, camianın uzun yıllardır hasretini çektiği bir özgüvenle herkese karşı oyunu önde kurabilen bir hoca. Meselenin özü de burada. Oyunu önde kurmak, rakibe çıkarken basmak, eksikken bile oyun felsefesini sürdürmek sadece niyetle olmuyor. O niyetin altını büyük bir emekle doldurmak gerekiyor. Çünkü bu oyunu oynamak hem büyük bir fizik güç hem de çok yüksek takım uyumu ve koordinasyonu istiyor. Fenerbahçe bunları her geçen gün daha fazla geliştiriyor. İyi oynadığı için kazanmıyor Fenerbahçe, çok iyi planlanmış bin oyunu iyi uyguladığı için kazanıyor. Her maç üzerine koyarak. Bizim çocuk da artık sisteme daha güçlü adımlarla dahil oluyor. Giresun maçında belki de Ardalı bir oyun bizi bekliyor. Sonuçlar bir yana, Fenerbahçe'nin Jesus ile bir kamp daha geçirdikten sonra yapacaklarını düşünmek gerçekten heyecan veriyor. Kolları düşmeyen, başı öne eğilmeyen, gözünde şimşekler çakan, hakemi bahane etmek yerine buna rağmen kazanmaya gayret eden bu takımın bir üst seviyesi gerçekten merak ettiriyor. Fenerbahçeliler 29 Ekim akşamı caddeden stada uzanan büyük ve anlamlı yürüyüşü daha kalabalık yapacaklarının günün hayalini artık daha yakın görüyor. Arda güldükçe kara deryalarda Fener aydınlanıyor.