Egzoz değil parfüm kokusu!

Bildiğim o ki; son derece önemli ve yaşamsal olan bu konuda söyleyecek çok sözüm vardı ama türüne karar vermekte zorlandım. Gerisini okurların hayal gücüne bırakarak…

Son haftalarda başka konu yokmuş gibi ülkenin bitip tükenmez dert haritasının başını çeken sorunlardan çevre kirliliğini, 21. yüzyılın içler acısı kâbusunu düşündüm. Yıllardır cevabını kolay kolay bulamadığımız ve bulamayacağımıza inandığım derin soru işaretlerinin gölgesinde kalan ve insanın iç dünyasında fırtınalar yaratan çevre kirliliğine ulusça sunduğumuz katkıyı düşündüm!

Pet şişenin 400 yılda, cam şişenin 4 bin yılda, deterjan atıklarının 400 yılda, pillerin 300 yılda, alüminyumun 100 yılda, sigara izmaritinin 1-2 yılda, kâğıt havlunun ancak 1 ayda yok olabildiğine dair bilimsel verileri düşündüm…

Yetinmedim! İçim açılsın diye İzmir’de kendilerine süslü kadınlar diyen bir grubun; “Egzoz değil parfüm kokusu!” diye arabadan inip pedal çevirdiğini, bisiklete binerek sokakları nasıl da renklendirdiğini düşündüm…

Stuttgart’ta! Mahalle halkının her hafta kapılarının önünü süpürdüğünü, sokağın, parkın, meydanın çöplerini topladıklarını, yerel yönetimin bunu çocuklara çevre bilinci aşılamak olarak görüp, mahalle halkını ödüllendirdiğini düşündüm…

İnsanı vicdanen yaralayan, yalnızlaştıran, uzaklaştıran, mayasına acı- öfke, çatışma tortuları bırakan konuları nasıl da göz ardı ettiğimizi hatırlarken; “Doğanın hâkimi değil, onun bir parçası!” olduğumuzu unutmamamız gerektiğini düşündüm…

Greenpeace üyelerini ve çevreci kuruluşları, doğa direnişçilerini düşündüm...

Ülkemizin ve dünyanın sorunlarından kendini sorumlu tutan ve bunu gündemine taşıyıp gücünü birleştiren, geçmişle, gelecekle, bugünle, çevreyle, doğayla derdi olan, kararlı, yürekli, tutarlı duruşlarıyla elini taşın altına cömertçe sokan, doğal kaynakları ve kültürel mirası koruyup kollayanlara nasıl teşekkür edeceğimizi düşündüm...

Her şeyi hem da acımasızca tükettiğimizi, çevreyi, doğayı, denizleri, havayı, suyu, geleceği, ülkeyi ve giderek insanlığı nasıl da kolay harcadığımızı, nice dostluklara ve nice düşmanlıklara tanık olan bu kadim topraklarda; yok artık dedirten bir ısrarla her şeyi ne kolay yerle bir ettiğimizi düşündüm…

Sanayi tesislerinin ve kimyasal atıkların toprağın bereketine verdiği zararı, balık ölümlerinin S.O.S verdiğini, zehirsiz sofraların- zehirsiz yarınlar demek olduğunu yüksek perdeden dillendirmemiz gerektiğini düşündüm…

HES’ler ve Nükleer santraller için kesilen ağaçları, kıyılan ormanları, katledilen doğanın neden olduğu kalıcı hastalıkları, erken doğumları, yok olan bitki örtüsünü, azalan oksijeni düşündüm…

İngiltere’den Belçika’ya, ABD’den Hollanda’ya, İspanya’dan İtalya’ya, Slovenya’dan Fransa ve Japonya’ya plastik ihraç edenlerin atıklarını alıp, 436 bin tonla dünyanın en büyük çöp alıcılarından biri unvanını kazanmamızın ne kadar yaralayıcı ve onur kırıcı olduğunu düşündüm…

Her ülkeye değil, her eve lazım iki genci, 11 yaşındaki doğa aktivisti Atlas Sarrafoğlu ve 16 yaşındaki İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg’in küresel ısınmaya karşı verdikleri mücadeleleri düşündüm…

“Benim sadık yârim kara topraktır!”

“Benim sadık yârim kara topraktır!” diyen Âşık Veysel’e görkemli bir selam çakmayı unutmadan; doğup büyüdüğüm topraklara ve çevre gerçeğiyle ilk karşılaştığım, yüreğime ilk çevre bilincinin kazındığı okul yıllarımı düşündüm. Aklıma gelen, daha doğrusu hiç çıkmayan çocukluk anımı hatırladım ve paylaşmak istedim…

Kars’tayım. Almanya’ya işçi olarak giden pek çok hemşerimiz var. Çocuklar memlekette nine ve dedelere emanet edilmiş! Sınıfımızda o yıllarda bize çok uzak gelen, bir mahrumiyet bölgesi olarak bulamadığımız, alamadığımız ama çocuk aklımızla çok özendiğimiz botları, montları giyen, kocaman sırt çantaları olan, içine çikolata doldurup gelen arkadaşlarımız var.

Bir gün o arkadaşlarımızdan biri elinde yine koskoca bir çikolatayla geldi, bize göstererek yemeğe başladı. Sınıfın iri kıyım delikanlılarından biri de dayanamadı gitti onu itip kakarak elindeki paketi aldı başladı yemeğe! Biz bir ona, bir diğerine ağzımızın suyu aka aka bakarken teneffüs bitti, ders başladı.

Ertesi günü sınıfa girdiğimizde, bir gün önce elinden çikolatasını kaptıran arkadaşımızın kara tahtaya büyük harflerle şunu yazdığını gördük! “Değil mi ki Alman kirletiyor, babam temizliyor!”

Bu çok yalın, çok sade, çok net ifade; bir özeleştiri miydi, bir açıklama mıydı, bir yakınma mıydı, babaya duyulan özlem miydi? Diye düşünürken, annesi Alman babası Türk olan bir sınıf arkadaşımız yerinden fırlayarak, tahtaya geçip, yazının üstüne bir çarpı çekip, şunları yazdı; “Alman, kirletmez, o doğaya ve çevreye saygı duyar!” (bu sav hala geçerli mi bilmiyorum!)

“Doğa- çevre, saygı” bu üç sözcük üzerinde günlerce tartıştığımızı, beynimizde ilk kıvılcımların parladığını, montu- botu- çikolatayı, sırt çantasını unutup bu konuya kafa yorduğumuzu unutamıyorum. Konuyu derslere taşıdığımızı, öğretmenlerimizin bir kısmının son derece duyarlı olduğunu unutamıyorum! Açılan “çevre ve doğa” konulu kompozisyon yarışmasında birinci olduğumu, ondan sonra da evde ve sokakta sıkı bir çevreci kesildiğimi unutamadığım gibi…

Özetle! Bu yazım bir öykü denemesi mi? Samimi itiraflar mı? Gerçek tespitlerin yarattığı sıkıntılar mı? Olup bitene karşı direnç mi? Bilemedim. Bildiğim o ki; son derece önemli ve yaşamsal olan bu konuda söyleyecek çok sözüm vardı ama türüne karar vermekte zorlandım. Gerisini okurların hayal gücüne bırakarak…