26 Eylül Dil Bayramı’nın 90.yılında yol alındı mı? Büyükçe bir arpa boyu…

1932- 2022. Aradan 90 yıl geçmiş. Büyük Atatürk’ün katılımıyla 1932 yılında düzenlenen 1.Türk Dil Kurultayı’nın açılış günü olan 26 Eylül’ü her yıl “Dil...

1932- 2022. Aradan 90 yıl geçmiş. Büyük Atatürk’ün katılımıyla 1932 yılında düzenlenen 1.Türk Dil Kurultayı’nın açılış günü olan 26 Eylül’ü her yıl “Dil Bayramı” olarak kutluyoruz.

O yıllarda yayımlanan bildiride; “Kadın-erkek her Türk yurttaş Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin üyesidir. Kendini kurultaya çağırılmış saymalıdır” denilmiş. Atatürk Dil Devrimini, Latin Harfleri Devrimini yapmış, takvimi, saati uygar dünya ile birleştirmiş, hayata geçirdiği devrimleri kurumlaştırmış. Sonra ne mi olmuş? Dil Bayramı’nın 90.yılında dilimizde yaşanan sorunları, boşlukları, vurdumduymazlıkları sütuna yatırmaya çalışırsak olanları görürüz.

Öncelikle konunun nereden nereye geldiğini ve nerelere gidebileceğini yansıtabilmek için; Biraz gerilere giderek, bazı satırbaşları açarak, bazı olayların altını kalın çizgilerle çizerek Cumhuriyetin en köklü ve en etkili atılımlarından birinin HARF ve DİL devrimi olduğunu bir kez daha anımsatmak gerekir…

Büyük Atatürk daha 1920’li yıllarda dilin sadeleşmesini, ulusal bir sözlük hazırlanmasını düşünmüş ve “savaş silahla olduğu kadar kalemle de kazanılır” demişti. Yurt genelinde okuma yazma bilenlerin % 4 olduğu o günlerde temel politikasını eğitimsizliğe çare aramak üzerine oturtmuş ve ulusun kurtuluşunu biraz da buna bağlamıştı.

Bunun için öncelikle Latin alfabesini getirmek, köylü yurttaşa okuma yazma, dört işlem, tarih coğrafya alanında ana bilgiler vermek, halk odalarını, millet mekteplerini kurmak, halka gece gündüz okuma yazma kursları açmakla işe başlamış böylece; ulusçu, halkçı, devrimci, laik cumhuriyet yurttaşları yetiştirmeyi amaçlamıştı. Bu konunun ulus olmamızda, yurttaş olmamızda, çağdaş olmamızdaki yerini ve önemini asla yadsıyamayız…

Dünya Pedagoji ansiklopedilerine “Türk buluşu kurumlar” diye geçen, bilim adamlarına tez konusu olan, UNESCO tarafından “çağdaş kalkınma modeli” olarak kabul edilen Köy Enstitülerinden yetişerek ulusunun kalkınma kervanında yer alan Cumhuriyet Öğretmenleriyle kazanılan başarılar dağa taşa yazılmış. Cebine tebeşiri, sırtına kara tahtayı alıp kahve kahve dolaşarak halka okuma yazma öğreten Atatürk’ün öğretmenleriyle bir eğitim destanına imza atılmıştı…

9 Ağustos 1928’de Sarayburnu’nda yurttaşlara seslenen Büyük Önder; “Vatandaşlar! Yeni Türk alfabesini çabuk öğreniniz. Bütün ulusa, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz. Ve bunu bir yurtseverlik ve ulusçuluk bilinci sayınız” derken genç cumhuriyeti diline sahip çıkmaya çağırmıştı. (Kısa bir bilgi notu: Yıllar önce Karaman Beyliğinden Karamanoğlu Mehmet Bey, Türkçeyi konuşma ve yazışma dili olarak resmi dil saymışsa da diğer beylikler uygulamamıştı.)

26 Eylül 1932 Dolmabahçe Sarayı’nda Birinci Türk Dil kurultayı niye toplandı?

Amaç; Türk dilini başka dil aileleriyle karşılaştırmak! Gramerini hazırlamak! Türkçe bir sözlük oluşturmak! Kurumsal bir dergi çıkarmak! Deyimleri Türkçeleştirmek! Dilimize yerleşen yabancı sözcüklerin yerine öz Türkçelerini bulmak!

O günlerde yapılan pek çok toplantıya kurucu ve koruyucu başkan sıfatıyla katılan, katılamadığı zaman sürekli bilgi alan ve alınan kararları, yapılan işleri Anadolu Ajansı aracılığı ile kamuoyuna duyuran büyük Atatürk şöyle demişti; “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı sonuçlar vereceğine şimdiden inanabilirsiniz.”

TBMM’nin yeni yasama yılını açış konuşmasında Büyük Atatürk, Türk Tarih ve Dil Kurumlarını överek; “Bu kurumlar değerli ve önemli birer bilim kurumu haline gelmiştir” demiş, 1936 yılında TDK adını alan dernek 26/ Eylül’ü Dil bayramı olarak kabul etmiştir. 5/ EYLÜL 1938 de durumu ağırlaşınca vasiyetini hazırlayan Atatürk, hazırlanan vasiyetin 6. maddesinde İş Bankası’ndaki hissesinin gelirinden her yıl Türk Dil ve Tarih kurumlarına eşit oranda pay verilmesini istemiştir…

Özetle demem o ki; Bakanlarının kitap yazdığı bir ülkeden, o kitaplarla aydınlanan ve aydınlatan bir kuşaktan sonra geldiğimiz nokta ortada! Etkili ve yetkili zevatın dilimiz konusunda ne düşündükleri ve ne yaptıkları ortada! Yaptıkları dil yanlışlarıyla ulusal ve evrensel boyutlarda ilgi odağı olan büyüklerimizin seçkin ve özgün örnekleri ortada! Dilin bir ulusu oluşturan en olmazsa olmaz etken olduğu, bir toplumda konuşulan ortak bir dil yoksa ulusun da olamayacağı, dilin toplumları yaklaştıran, kaynaştıran öğe olduğu ortada!

Ve o zorlu koşullarda askerlikten tarihe, Fransızcadan sosyolojiye, felsefeden ekonomiye inceden inceye ve altını çizerek 4 bin kitap okuyan ulaşılmaz liderin yaptıkları ortada…

Gelelim günümüze!

Had bildiren, gözdağı veren, posta koyan, efelenen, öfke saçan, meydan okuyan, argoyu seven, kendi ülkesinin dertli insanlarıyla bile tonlama ve sözcük seçiminde zorlanmayan(!) bol bol “be, ya, ulan” serpiştirilmiş müthiş vurgularla konuşan ve “ben piyasa diliyle konuşurum” diye övünen yöneticilerimiz var!

Zengin kartvizitleriyle övünen, sağlam bir argo kültürü olan, bu alana katkılarından ötürü TDK’nın teşekkür ve takdir belgelerini (!) hak eden bir yönetimimiz var!

Derin bilgisizliklerini pazarlamayı alışkanlık haline getiren, her sözlerinin ardından “yanlış anlaşıldı!” diye sıyrılmaya çalışan devlet büyüklerimiz var.

1932 yılında, “Türk Dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet teşkilatının dikkatli ve alakalı olmasını isteriz. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir. Dilin milli ve zengin olması milli duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin.” diyen Büyük Önderimizin dağa taşa kazınası bu sözleri var.

Uluslararası bir sanayi kuruluşunun Paris’te yapılan toplantısında toplantıyı düzenleyen kurumun Fransız başkanının İngilizce konuşması karşısında derhal ayağa kalkıp toplantı salonunu terk eden, nedeni sorulunca da: “Fransa kendi diline saygısı olan büyük bir devlettir. Fransız başkanın İngilizce konuşması kabul edilemez” diyen Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın kulaklara küpe açıklaması var…

Şimdi soru zamanı!

İstikbal ve geleceği aynı anda kullanan siyasilerimize mi bakalım? Basketbol maçı anlatan deneyimli spor spikerinin “yer yaşlandı, görevliler silecekler” sözüne mi şaşırıp kalalım? “Teşekkür ederim” dediğinizde karşı tarafın “oldu” cevabına mı takılalım? “Çay mı, kahve mi?” teklif ettiğinizde aldığınız “fark etmez” yanıtına bakarak; “Siz çayı kahveden ayıramıyor musunuz?” Ne demek bu mu diyelim? Yoksa örnekleri daha fazla uzatmadan hayatımıza yeni giren renklere mi geçelim?

Dilimiz bayağı zengin artık! Yeşil yerine “oliv” diyoruz. Portakal renginin yerini “oranj” aldı. Camgöbeği “turkuaz”, eflatun “lila”, kırık beyaz “ekru” olalı çok oldu. Pastel renkleri uzun yıllardır kullanır olduk. Dağ çileği ya da Böğürtlen yerine “Frambuazımız”, Allaha ısmarladık yerine “baaay, ya da bay bayımız” var! Örnekleri uzatmayı ne sayfamız kaldırır ne de yüreğimiz. İyisi mi sadede gelelim! Özetle Türkçemiz yani ana dilimiz kendi öz vatanında sahipsiz, öksüz, ilgisiz ve yetim bir durumdadır. İlgililer, yetkililer, etkililer sanki ağız birliği etmişçesine “Türkçe değil mi uydur uydur söyle” anlayışı içindedirler.

Yıllar ötesinden seslenen Konfüçyüs’ün; “Dil bozulursa her şey bozulur” sözünü niye haklı çıkarıyoruz? “Dil ile düğümlenen, diş ile çözülemez” diyen atalarımızın kemiklerini neden sızlatıyoruz? “Türkçem, benim ses bayrağım” diyen Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı niçin üzüyoruz? “Atalarımla torunlarım sende buluşurlar” diyen Turan Oflazoğlu’nun şimdilerde ne düşündüğünü niçin görmezden geliyoruz?

Cadde ve sokaklarımızda yabancı sözcüklerle dolu tabelalardan geçilmediğini, özensiz konuşmaların her katmanda giderek arttığını, gençlerimizin sınırlı sayıda sözcükle yetindiğini, buna rağmen kimsenin kılının kıpırdamadığını, kimsenin sorumluluk duymadığını, basın kuruluşlarının bile ilgisiz davrandığını görüp üzülmemize rağmen hala kalkıp “Dil Bayramı” yazısını nasıl yazabiliyoruz?

Yöneticiler sık sık; “değişerek gelişmek, gelişerek değişmek” derler. Sonuç ortada!

Son yıllarda nasıl bir moda, ya da salgınsa büyük küçük, yetkili yetkisiz, vekil bakan, gazeteci, muhabir, vali, bürokrat herkesin diline yapışan bir sözcük var: “Noktasında!” Bu sözü dolandırmaktan, uzatmaktan, anlamsızlaştırmaktan başka bir şeye yaramıyor üstelik. Ancak CB kullandığı için akan sular durmuyor, donma noktasında(!) ilerliyor. Bu ne arkadaş? İnsan ana dilini böyle kolay harcar mı, ya da ona kıyar mı?

“Kent temizliği noktasında! Koruyucu malzeme noktasında! İzin verme noktasında! Kaynaklara erişim noktasında! Seçimleri kazanma noktasında! Görüşme noktasında! Şahsımla uğraşma noktasında! Eksiklik oluşturma noktasında!” daha neler, ne örnekler…

Kent temizliği konusu, koruyucu malzeme sorunu, izin verme gerekliliği, kaynaklara erişim meselesi, görüşme talebi vb dururken noktasında nedir? Danışman ordusu ne güne duruyor? Eskiden aklı olan aklını, bilgisi olan bilgisini, ekmeği olan ekmeğini, vicdanı olan tümünü paylaşırdı. Bize ne oldu böyle?

Ne diyor CB; “Eski Türkiye artık tamamen geride kalmıştır. Çıtayı sürekli daha yükseğe çıkarma noktasında vizyon ortaya koyduk:” Yeni Türkiye’de artık akıl değil çıkar ve algı yönetimi yükselen değer olunca “noktasında” sözü alır başını gider!

Not: Bu yazdıklarım neye yarar, kime yarar bilmiyorum Hariçten gazel okuyor da değilim. Toplumsal manzarayı görünce; Türk Dili ve Edebiyatı okumuş, kurumlara etkili iletişim eğitimi veren biri olarak konuya geri dönmek, tarihsel süreci hatırlatmak, güncel örneklerle değerlendirmek ve yapılan dil yanlışlarının altını çizmek istedim…

Soru notu: 90 yıl sonra sormalı mıyız? Ne yüzle ve neyin bayramı diye?