Zuhuratname: Bir aptalın anlattığı bir masal bu; sırf gürültü, patırtı; bir anlama geldiği de yok

Dediğim gibi Aralık ayı, son on yıldır her yıl olduğu gibi benim katatonik bir dönemim. Ancak kafamı toparlayıp bir iki lokma bir şeyler yazabildim. Kafanızı da bir taşım kaynattım, kusuruma bakmayın.

Aralık ayı geldi mi son on yıldır içime göçerim, canım hiçbir şey yapmak, söylemek istemez. Bir hallere girerim kendi kendime, sanki kendim dahil her şeyden sıyrılmaya yazar bünye, dünyayla ilgili her şey bana iyice batar, kaçarım. Hazır Konya’da bu hiç’in halleri kırk türüyle zuhur ederken de karışırım o bamya çorbasının içine birkaç gün. Dönüşlerle harmanlanmak da neşe, gam, keyif, hüzün notalarında pek iyi gelir kabulleniş, teslimiyet açısından. O notalar “Ol’an iyidir” der, başka bir şey demez, öyle derinlere dalıp yaşamın anlamını içip her bir şeye vakıf olmak molmak yoktur. Ol’an vardır, bit’en vardır, sür’üp, sürün’üp giden, dur’an vardır. Hiççiyattan konuşalım istiyor bu çıfıttan gönlüm. Haydi biraz zuhurat makamından konuşalım.

Batı kültürü hiççiyat meselesine karşı yabansı bir tavır almıştır her daim ancak bir taraftan da cazip bir felsefi kuytu olarak ilgi çekmiştir bu kavram. Nietzsche, Heidegger daha sonraları Derrida gibi ruhadamlar bu konulara eğildikçe, aydınlanmacı Batı bir nebze daha ciddiye almış durumu. Yani Doğu’dan 1500 yıl sonra ancak hafif bir cebelleşme durumu olmuş bu konuyla Batı semalarında. Ancak başladığı gibi de, postmodern bir çığ halini alan nihilizm gel zaman git zaman modernizm düşüncesini ve aydınlanmış rasyonel insanı moleküllerine ayırmadan dur durak bilmemiş. İlkin hiç miç yokmuş; şimdi ise Batı bunun içinde boğuluyor. Hem klasik hem de modern Batı’da hiçlik kavramına karşı hep genel bir antipati söz konusu olmuş. En mistik ya da septik geçinen çoğu ilk dönem ekollerde dahi gerçekliğin ilksel madde, Tanrı, sayı ya da evrensel değerle temsil edildiği nihai özle ilintili bir şeyden oluştuğu tezi kabul görmüş. Özün gıyabı (yokluğu) anlaşılabilir bulunmamış çünkü bu yokluk sonsuz bir anlamsızlığı ve boşluğu ima ediyormuş. Daha M.Ö. beşinci yüzyılda Parmenides yokluk temelli olması bakımından boşluk olasılığını reddetmiş mesela. Hatta 19. yüzyıl yazarlarından Victor Hugo bile “Gerçekte hiçlik diye bir şey yoktur…Her şey bir şeye tekabül eder. Sıfır yoktur. Hiçbir şey hiç değildir.” Avrupa’da erken Hristiyanlık dönemindeki dini liderler sıfırın kullanımını dahi yasaklamaya yeltenmişler zira sıfırın Tanrı’nın sonsuz ve zamansız mevcudiyetini inkar ettiğini düşünmüşler. Hiçlik tartışması Batı felsefesini ve dini bu anlamda kesiştirmiş gibi görünüyor.

‘Olmayan’, varlık bütünlüğünün olumsuzlanmasıdır. Bir şeylerin yokluğunun farkına varmaktır; dahası görülmeyen ancak hissedilen bir gerçekliktir bu. Mesela Heidegger hiçlik deneyimini karanlıkta duyduğumuz o kekremsi korkuya benzetir. Hiçbir şey görmeyiz ancak yine de bu tekinsizlik duygusu bir şeylerin oralarda bir yerlerde açık seçik bir tehlike arz etmeksizin de olsa belli belirsiz bir tehditkarlıkla var olduğunun farkında olmamızdan zuhur eder. Ancak hakikatin belirsizliğini kucakladığımızda, “hiçlik” perdesini aralayabiliriz bir ihtimal. Düşüncemiz özü, evrenseli, bütünü terk ettiğinde ancak. Yalnızca hiçliğin billur gecesinde, hiçbir şey olmadığımız, bir varlık olduğumuz farkındalığı ışıyabilir.

Hiçe düşmek, hiçle pişmek, hiçle yanmak

İnsanın “olma” sürecinde kaybettiğini yeniden kazanabilmesi ümidinin demlenmesi öncelikle hiçlik obruğunu boylayarak pişmesi hatta yanması üzerinden gerçekleşebilir düşüncesi Jean-Paul Sartre’ın varoluş felsefesi çerçevesinde özellikle de Varlık ve Hiçlik yapıtında cebelleştiği bir konuydu. Tıpkı Heidegger gibi Sartre da hiçlik üzerine kafa patlatırken karamsar bir tablo çizmiştir; zira hiçlik üstesinden gelinebilecek ya da kaçılabilecek bir mesele değildir. Bilinçdışıyla bilinçli varlık arasındaki, şeylerin (ve varlıkların) vahşi varoluşuyla bizim bu şeyleri idrak edişimiz arasındaki köprü kurulamaz bir yarıktan zuhur eder. Bu yarık insanın varoluşuyla biçimsel bir benlik izdüşümü arasında telif edilemeyecek bir kopuş empoze eder. İşte bu ayrılık Sartre’a göre bir tür hiçliktir.

Yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde, postmodernizm, hiççilik ve varoluşçuluk artık Batı dünyasındaki başat ahlaki, dini ve metafizik inanışları kullanılamaz hale getirme misyonlarını olabildiğince tamamlamıştı. Bu da sonuç itibarıyla tıpkı Nietzsche’in öngörmüş olduğu biçimiyle o büyük krizi tetikleyerek umutsuzluk dürtüsü, nostalji ve hatta daha ileri giderek anlamın çılgınca parçalanışı dışında her amacı inkar eden radikal görecelik yaklaşımını yaşamın göbeğine yerleştirmiştir.

Postmodernizmin hiçlik meselesiyle olan yıpratıcı uğraşısı muhtemelen en fazla sanat alanında göze çarpar. Bu yaklaşımın öncüsü de 1958 yılında Paris’te Galerie Iris Clert’de Boşluk (The Void) isimli bir sergi organize eden minimalist sanatçı Yves Klein olmuştur. Ziyaretçiler bu sergiye giriş ücreti ödeyerek bomboş duvarlarla çevrili ıssız bir galeriyle karşılaşmışlar. Besteci ve filozof John Cage’in 4’33’’ (dört dakika otuz üç saniye) adlı eserini 29 Ağustos 1952 akşamı, David Tudor, New York, Woodstock yakınlarındaki Maverick Konser Salonu’nunda icra etmek üzere sahneye adım attı. Piyanonun başına geçti, bir kronometre kurdu, kapağı kapattı ve 33 saniye sessizce oturdu. Bir süre sonra, birinci bölümün sonunu ifade etmek için kapağı açtı ve kapadı. Bu hareketini ikinci ve üçüncü bölümler için de tekrarladı. Parça boyunca Tudor tek bir nota bile çalmadı, kasıtlı bir ses çıkarmadı. Sadece bir kronometre tutarak nota kâğıtlarını çevirdi. Performansı toplamda 33 saniye, 2 dakika 40 saniye ve 1 dakika 20 saniye olmak üzere üç ayrı bölümden oluşmuştu. Amaç, izleyicinin icra edilen müzik yerine mekandaki ortam seslerine odaklanmasını sağlamaktı. Bu esnada seyirci tarafından duyulan tek ses, o sırada bir kişinin öksürmesi, sandalye gıcırtısı ve ağaçların hışırtısı gibi başka sesler olmuştu. Seyircilerin çoğu ilk başta olan bitene bir anlam veremese de bu girişimin hayatta gerçek sessizliğin imkansızlığını anlatmaya çalıştığını sonradan kavrayabilmişti. Seyirciler de istem dışı olarak çıkan seslerle bu alışılmadık kompozisyonun bir parçası olmuşlardı. Öte yandan sinema alanında Tarkovsky düşsel bir müphemlik yaratma doğrultusunda eksiltilmiş hikayelendirmeler ve boş diyaloglarla yönettiği filmlerle karşımıza çıktı. Bariz bir anlamı olmadığı için hayata sürekli bir anlam atfedilmesi gerekiyor’un sessiz çığlığıydı tüm bunlar.

Her insan kendine çıkan bir merdivendir

Heidegger epeyce ileri giderek hiçliğin üstesinden gelme niyazını bir kenara bırakıp “hiçleyerek” (nihilate) hükmünü tamamen geçersiz kılma yoluna baş koymuştur. Hiçleme, varlıktaki hiçliği ifşa ederek ortaya konulan bir tür olumsuzlama olarak düşünülebilir. Örneğin Sartre’a göre insan, hiçliği dünyaya getiren bir varlıktır ancak aynı zamanda bu hiçliği hiçleyen de bir varlık. Bu aslında gayet olası bir şey çünkü insan dünyayı ancak bir boşluk üzerinden anlayabilir, yani mevcut olmayan üzerinden. İnsan hakikati yokluğuyla bilebilir ancak; tıpkı onu terk eden bir sevgilinin geriye bıraktığı boşluk içinde hissettikleri gibi. Olmayanın farkındalığıyla bir varlık olması gerekeni oluyor: önceden tanımlanmış bir anlam içine hapsolmamış bir hiçlik. Sonuç olarak insan kendi kendini ve dünyasını hiçlikten yaratmaya itiliyor, zorlanıyor bir bakıma. Bu saptanılmamışlık doğasıdır işte bir insanı tanımlayan. Böylelikle insan dünyada edip eyleyerek özgürlüğünü icra eder, kendi varlığını ve benliğini gerçekleştirir.

Hiçlik felsefesi patikaları sonuç itibarıyla özcü tavrın ötesine geçme çabası etrafında kesişirler. Hiçlik kaçınılmaz bir kavramdır ancak temel ve nihai gerçeklik olma hırsını yüklemez, yüklenmez. Hayatlarımızda bizi çevreleyen şeylere dair hatalı bakışımızdan ötürü bir tahsisçi olarak ortaya çıkar. Hiçlik kavramı esasında her şeyden önce geçici bir araçtır. Buddha’nın dediği gibi insanı nehrin karşı kıyısına geçiren bir saldır ve karşı kıyıya geçildiğinde artık geride bırakılması gerekir. Aynı bu bağlamda Wittgenstein da şunu söyler: “Tabir caizse insan tırmandıktan sonra merdiveni bir kenara atmalıdır”.

Sal metaforu, hiçliği kendi kendine kırdırarak, hiçliğin ademi mevcudiyetine ilişkin bir elzemliği vurgular. Hiçliğin kendisi olumsuzlanmalıdır. Derrida’ya göre, yapıbozumla olumsuzlama stratejisi hem nihilisttir hem de aynı zamanda yetkili kılan bir güçtür. Ancak çift olumsuzlama üzerinden yürütülecek gerçek bir feragat ona göre varlığın kendi kendini inşa etmesinin bir önkoşuludur. Dolayısıyla hiçliği sadece nihilizmle arasına bir sınır çizerek ayrıştırmak yeterli olmayacaktır. İnsanın bunu olumlu bir kavram olarak da temel alması, sınırsız potansiyellere gebe bir boşluk hatta özgürlüğün kaynağı olarak görmesi gerekir. Hiçlik her şeyin ortaya çıkma olasılığının bir koşuludur ne de olsa.

Hiçlik kavramı anlama boşluk ekmemizi sağlar. Bunu yaparken hiç şüphesiz anlamı ortadan kaldırmak niyetiyle değil anlamın aldatıcı yönünü tanımlamamıza önayak olur. Böylelikle insan yanılsamaların ciğerini okuyabilir belki de; bunların tamamen üstesinden gelemeyiz elbette zira bu neredeyse imkansız bir şey. Ancak örtüyü masaya düzgünce serer gibi daha önce kale alınmayan ya da olumsuzlanan şeyin ta kendisiyle hükümsüz kılarak. Hiçlik felsefesi birey ya da kolektifin dönüştürücü serüvenine dair tutarlı bir düşünüş biçimi oluşturmak için temel bir değerlendirme çerçevesi sunar bizlere. Hele ki yanılsamalar ve bilinmezler arasına sıkışıp kalmış karmaşık bir dünyanın tam ortasında çırpınan kanatlar için.

Dediğim gibi Aralık ayı, son on yıldır her yıl olduğu gibi benim katatonik bir dönemim. Ancak kafamı toparlayıp bir iki lokma bir şeyler yazabildim. Kafanızı da bir taşım kaynattım, kusuruma bakmayın. Bir sonraki yazıda hayatın anlamsız olduğu konusundaki endişe kıskacı içinde, anlamsal boşluklardan kıyı köşe kaçan insanın boşluk korkusu üzerine yazmaya devam edeceğim. Kafalar kaynamaya devam edecek zaar. Haydi bir sonraki öğüne kadar demlenmede kalın. Sevgiyle.