Ego sorunsalı ve kavanoz dipli dünyada hapis gölgenin ettikleri

İnsanın ruhsal yapısının yüzeyinde Jung ve Freud’un “ego-bilinci” ya da “ego kompleksi” olarak adlandırdığı, modernizmin “egemen rasyonel öznesi” kulaç atar....

İnsanın ruhsal yapısının yüzeyinde Jung ve Freud’un “ego-bilinci” ya da “ego kompleksi” olarak adlandırdığı, modernizmin “egemen rasyonel öznesi” kulaç atar. Ego bir bakıma zihnin, kendi gonce-i handanını seyre dalarak, zaman ve mekanın ötesine uzanan bir kimlik farkındalığı yarattığı topoğrafyadır. Kişisel tercihlerin ve iradenin görünürdeki müsebbibi olarak olasılıkları amaç odaklı eylemlere dönüştürendir. İnsan toplumsal düzenin zorlamalarıyla karşılaştığında, egocan bir hışım kendini ortak bilinçaltından sıyırıp kendi bireysel farkının peşine düşer. Bu hınzır yeni yetme, kafasına uymayanı bastırarak kişisel/kültürel bilinçaltına omuz verir. Ammaa, Freudcu psikanalizden bilindiği üzere, bilinçaltı bütünlüğünü yaratacak fıtratta bir eleman da değildir bu hayta. Ego, bilinçten çok daha yaşlı ve külliyetli, onunla ya da onsuz işlevine devam eden kolektif bilinçdışından zuhur etmiştir.

Postmodernizm genelde egoyu bilincin şahikası olarak değerlendirir zira parçalanmayı tetikleyen odur ve bu merkezi başat konumundan uzaklaştırılması gerekir. Buna katılmamak mümkün mü? Elbette ego merkeziyetçiliği yerle yeksan edilecek ancak bunu yaparken ruhsal yapımızın, egoya da yuva olacak daha geniş ve âli bir benlik çerçevesinde yeniden konumlanması suretiyle. Benötesi psikoloji benliğin temel bütünlüğü ve evrenin birliği farkındalığına dair çabayı temel alır, modernizmin Düşünen Adam merkezinde zapt ettiği, postmodernizmin de bilinçaltına bastırdığı spiritüel dürtüyü azat eder. Hiç şüphesiz her ne kadar çoğumuz bu durumu tamamlayamamış olsak da, bu olasılığın, tüm müphemliğiyle sezilebiliyor olması dahi yaşam içinde bir ilham kaynağıdır bizlere.

Ruh muh derken, modernizmin Tanrı’sından, Hegel’in biteviye kendisini müşahede eden akıl idealinden ya da toprakta cisimleşmiş “dişil” ruhun üzerine bir yere konumlanan entelektüel dünyanın “eril” kişisinden söz etmiyorum zinhar. Daha ziyade Budistlerin Zen, Hinduların Atman, Judeo-Hristiyanların Tanrı, Müslümanların Allah, Çinlilerin Tao olarak adlandırdığı öze aşağı yukarı eşdeğer bir yaklaşımla kullanıyorum bu kavramı. Ruh, kadın/erkek, zihin/beden gibi entelektüel karşıtlıkları aynı anda her ikisini de barındırmak suretiyle ifşa eder. Akılla tam olarak anlaşılamasa da, insanın derinliklerinde bilinçli olarak temas edildiğinde, Ruh bireysel egoya sınır koyar çünkü bu kavrayış tüm şeylerin arasında bir karşılıklılık ilişkisi olduğu farkındalığını bahşeder. Ruh, kör inancı talep etmez: tefekkür ve dayanma gücünü merkez alan birçok farklı disiplinde bunu deneyimlemek mümkündür. Bu hali deneyimlediğiniz an, artık şahsi mesele diye bir şey kalmaz, öz benliğinizi daha genişlemesine duyumsayacağınız bir toplumsal dünya içine çekilmiş bulursunuz kendinizi.

En temelde şunu söylemek mümkün; Ruh nihai olarak düşünce ve dil üzerinden adlandırılabilecek, betimlenebilecek ya da kavramsallaştırılabilecek bir şey değil elbette. Ancak yine de Eflatun’undan öğrendiğimiz kadarıyla ne olduğunu söylemektense, O’nu onun gibi anlatarak, benzetmeler aracılığıyla, üzerine konuşabiliriz. Çünkü tekrar ediyorum, tüm karşıtlardan bağımsızdır, sözel ve görsel imgede, hem varlığın bütünlüğü hem sonsuz derinliğin yokluğu, hem akıl hem beden, hem zengin hem fakir, hem kadın hem erkek, hem ışık hem karanlık, hem logos hem de mitos olarak paradoksal biçimde temsil edilegelmiştir.

Her ne kadar bazen tamamen psikolojik bazen de spiritüel olarak ele alınmış olsa da, Jung’un Benlik arketipini (genellikle ego ile eşleştirilen benliğin aksine), bireyi Ruh’la buluşturan daha geniş bir psikolojik kavram olarak ele almak benim için yeterli. Benlik, halihazırda var olan ancak tamamıyla bilinemeyen bütünlüğe giden yolda, insanın ruhsal yapısı içinde kılavuz olarak etkin bir varlık gösterir. Kişiliğin bir bütün olarak birliğini ifade eder. Ruhsal yapımızın merkezidir bir bakıma; ego gibi zaman ve mekanla sınırlanamaz. Hatta henüz vuku bulmamış olayların dahi habercisi olabilir. Ego, Benliğin yan tümcesidir, tıpkı parçanın bütünle olan ilişkisi gibi ona tabidir. Aynı Ruh gibi, Benlik de egoya sınırlar getirir. Tıpkı koşullar ya da olayların başımıza gelmesi ve özgürlüğümüzü kısıtlaması gibi Benlik de özgür irademizin pek de değiştiremeyeceği nesnel bir hadise gibi egoya tesir eder. Velhasılı kelam, kısmi olarak bilinçdışı yapısıyla, Benlik egonun kontrolü altında değildir. Benlik sıklıkla değişim talep ederek yerleşik ego kadrosunu tehdit ededursun, ego kişiliğin statükosunu muhafaza etmeye gayret eder.

NEVROTİK EGO

İnsanın, kendisini diğerlerinden ayrı olmayan bir bütün olarak deneyimlemek için spiritüel bütünlük arzusu içinde olduğunu savunan derinlik ve benötesi psikologlara canı gönülden katılıyorum. Bana göre de insanın çoğu eylemini güdüleyen bu arzu. Ancak egonun kolektifi yırtarak ortaya çıkışıyla işler değişir, başımıza da gelmeyen kalmaz. Modernizmin psikolojik temeldeki “esas meselesi”, avcı mitini, teknoloji mitine doğru taşıyan mantık çerçevesinde, egonun, güç kazanıp ruhun temel yapısını tahakküm altına alacak şekilde kusursuzlaştırılmasıydı. Böylece Ruh’la birlik olacak yerde, ego Ruh’un yerine göz dikti. Mükemmellik Tutkusu yapıtında, çok değerli mitopoetik yazar Marion Woodman’ın dediği gibi “mükemmellik tanrılara ait bir olgudur; tamamlanmışlık ya da bütünlük insanın varmayı umut edebileceği kıyılarıdır en fazla. Kendimize ait olanı parçalara ayırıp abartarak mükemmeli aradığımızda nevrotikleşiriz. Mükemmele doğru çabalamak yaşamın dışına çıkmayı gerektirir ya da daha kötüsü yaşama hiç bir biçimde giriş dahi yapamamayı.” Yani ruh ya egonun mükemmelliyetçiliğinin peşine düşecek ya da benlik bütünlüğünün tamamlanması için yol alacak.

Ülkesinde hiçbir şeyin iyiye gitmediği kendisine söylendiğinde tüyleri diken diken olan kibir kumkuması bir hükümdar gibi, ego mükemmel olmayanı, taleplerini karşılamayanı görülmeyen bir alana hapseder. Nefret ettiğimiz, korktuğumuz, inkar ettiğimiz bu yüzden de öfkeden köpürüp köpürüp kişisel/kültürel bilinçaltımıza ittiğimizi Jung “gölge” olarak nitelendirir. Gölge, yoğun bir çekim ya da tiksinti duyduğumuz bir kişi, günah keçisi ya da büsbütün bir grup üzerine bilinçaltı bir biçimde yansıttığımız tarafımızdır. Gölgeye sahip çıkmaktansa onu dolu dizgin yansıttığımız sürece noksansız bir şekilde “masum” kalabiliriz; ne de olsa böylelikle gölgenin ta kendisi olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek gibi bir derdimiz olmayacaktır. Hep başkası kötü ve cezayı hak eder, biz iyi ve cezayı kesecek olanızdır. Başımıza ne gelirse de baştan aşağı kibir ve inkarla kaplı bu illetten gelir. Gölge kişisel olabilir, kültürel olabilir (yani bütün bir toplum tarafından nefret edilen ve sahip çıkılmayan şekliyle), hatta arketipsel bile olabilir (“mutlak şeytanın yüzü” tezahürüyle). Gölge basit bir mesele değildir.

VAY “BAŞIMIZA” GELENLER

Gölge en az iki temel biçimde ortaya çıkar ya da bir başka deyişle ruhsal yapıyı kendine karşı iki güzergah üzerinden böler bölüştürür. Bunlardan birincisi “ikinci derece” gölgedir: ego, Öteki, yani ben(den)-olmayan/ego-olmayan olarak deneyimlediği her şeyi reddeder. Postmodernizmin bizlere gayet güzel öğrettiği gibi, bu kabul edilmeyen ötekiler; beden, dişi, farklı ırklar, yani açıkça ego-bilincinin rasyonel olumsuzlaması olan her şeyi kapsar. Kendini Tanrı olarak gören şişik egonun, aynı şekilde gölgeye bastırıp tıkıştırdığı gerçek Ruh açısından da bir değeri kalmaz. Böylelikle ikinci derece gölgenin farklı yönleri birbiri içine geçerek erir. Öteki, karanlığa gömülüp iyiden iyiye şeytanileşerek Ruh’un yerine geçer çünkü karanlık sulara batmış ve inkar edilmiştir. Egonun kendi olmayan, kendine benzemeyen her şeyden korktuğu Anadolu kültürünün mitolojik tarihinde de bunun sayısız örneğini görürüz: öcüler, dungangalar, cazılar, yerli yaban halklar, tehditkar hayvanlar (beden), canavarlar, eşkıyalar vs vs. Üstelik, Öteki’nin farklı biçimleri değiş tokuş yapılabilecek parçalardan oluşur ve zaman zaman birleşir (örneğin vahşi hayvanlar olarak betimlenen bazı alt kültürler gibi). Çünkü bunların hepsi ruh zindanlarının dibinde aynı statüde buluşan kader mahkumlarıdır.

İşte gölgenin ikinci boyutu da bu noktadan can bulur. Bütünlük arzusuyla yanıp tutuşurken, egoya yüklediğimiz misyon sekmiştir. Çünkü ego sadece Ötekini kontrol ederek kendini kusursuzlaştırabilir, Benlik merkezi gerektiren bütünlük halini bizlere sağlayamaz. Ötekinin kusursuz biçimde kontrol altına alınması projesi de oldukça güç bir girişimdir, zira Öteki, özellikle çok yönlü bir yapıda olduğunda ve bastırılmış Ruh’un gücüyle birleştiğinde çetin ceviz bir hısım olabilmektedir. Bu düşmanı zaptı rapta almak için Erich Neumann’ın tabiriyle ego “hiper-farklılaşmış” bir hale gelir, yani bilinçaltından kopup kendini uç bir zemine taşıyarak kendi özerkliğine karşı doğrultulan tehditlerle kıyasıya bir mücadele içine girer. Ego, bu görevini ifa etmek için önce alet yapmak akabinde de bizzat aletin kendisi olmak üzere kendini esnetmelidir. Mükemmelliyetçilik doğrultusunda bu aletler “iyidir” çünkü dünyanın geri kalanını kontrolü altına alabilmesi için gerekli olan teknolojik “ilerlemeyi” sağlar bunlar.

Ancak uçlara sürüklenmiş bir hakimiyet her zaman beraberinde yıkım getirir. Çünkü nihai olarak ruhun parçalanmasını ve ego uzantılarının ilahlaştırılmasını amaçlayan tuzla buz olmuş bir varoluş yaratmanın yolu bu kopuşu gerektirir. Mükemmelliğini daimi kılmak için ego, kendi yarattıklarının karanlık yüzünü görmezden gelir; hatta ve hatta bu aletlerini bastırarak ve hatta kendinden öteye doğru yansıtarak aşırı gelişmiş bir gölge meydana getirir. Bu artık onun kusursuz ayna imgesidir. Ego artık patlarcasına şişmiştir, Tanrısal bir edayla hareket etmeye başlar; aynı şekilde gölge ikizi de. Bastırılan ve kabul görmeyen bu alter-ego (öteki ben) ikinci derece gölgenin aynı şeytani gücüyle oraya buraya saldırır. Frankestein’ın canavarı, nihai aletiyle artık durdurulamazdır.

Onur Şener gibi yitirdiğimiz tüm mineli ruhlara saygıyla…