İnsanın yapabileceği bütün yanlışlar yapıldı

“Yaratanım sensin, unutma. Âdem’in olmam gerekirken haksız yere mutluluktan mahrum edilen, cennetinden kovulmuş bir meleğe...

“Yaratanım sensin, unutma. Âdem’in olmam gerekirken haksız yere mutluluktan mahrum edilen, cennetinden kovulmuş bir meleğe benziyorum.”

Yaratık, Frankenstein, Mary Shelley

1982 yılında sessiz sedasız bir şekilde vizyonlara düşen Blade Runner (Bıçak Sırtı) benim hayatımın filmdir. Türkiye semalarına iniş yaptığı zamanlar daha epeycene küçüktüm, bir şey anlamamıştım dayımla teyzemin peşine takılıp Kadıköy Süreyya sinemasında gömüldüğüm koltuğun dibinde alaska-frigomu kemirirken. Aradan yıllar geçti ve doksanlı yılların sonunda Amerika’da asistanlığını yaptığım derste distopya konusu gelip çattığında bütün haşmetiyle karşıma dikildi Harrison Ford ve ekibi. O saatten sonra bir daha kendime gelemedim, sanki hayatımda o güne kadar biriktirdiğim ne varsa cana geldi, ben oldu. Oradan ilerledim ya da ilerleyemedim; ne yapacaksam oradan yaptım ya da yapamadım. Enteresan bir kırılma noktası oldu bu siper-punk anlatı benim için. Yakışıklı abim Ryan Gossling’li bir ikinci 2049 turu da oldu mevzunun ama o ilk tutulmayı asla yaşayamadım. Hem şerbetlenmiştim, hem de olanlar olmuştu zaten. Haydi çok ağdalanmadan biraz mırıldanayım.

Bilindiği üzere filmin yönetmeni Ridley Scott filmi Philip K. Dick’in kaleme aldığı Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi? kitabının üzerine motiflendirmişti. O dönemin çoğu popüler eleştirmeni filmi, sahnelemeye uygunluğu bakımından fevkalade parlak ancak anlatısal olarak zayıf ve anlaşılmaz olarak değerlendirmişti. Yine de o yıllara geri gidildiğinde, film akademik çevreler ve bilim kurgu meraklıları tarafından hali tutulmuş; hatta bir süre sonra kült statüsünden neredeyse felsefi bir hadise noktasına taşınmıştı. 90’lara gelindiğinde Blade Runner üzerine kitap, makale, inceleme dahil 300’ün üzerinde çalışma kaleme alınmıştı bile. Her ne kadar filmin kahince gizemleri tek bir yorum çerçevesinde ele alınamamış olsa da, Vivian Sobchack’in filmi, zirve noktasındaki modernizmin zaman odaklılığı, anlatısal akış ve postmodernizmin mekan üzerine yoğunlaşması ya da coğrafi uyuşmazlık gibi meselelerin karşılaştığı bir alan olarak konumlandırması, Blade Runner’ın simyasal çekiciliğinin hakkını en bütünlüklü teslim eden yaklaşımdır bana göre. Blade Runner, karakterlerin hararetli tarihsel anlam arayışıyla, darma duman olan koşulların geride bıraktığı anomi arasında son derece huzursuz şekilde yalpalayan bir filmdir. Bana göre bu dengesizlik kaynağını sadece modernizmden postmodernizme geçiş sancısından değil, aynı zamanda avcı mitinin teknolojik aşamaya doğru delişmen evrilişinden de almaktadır. İnsanın yarattığı silahlar artık ultra ileri seviyededir, “insandan daha insan” androidler ya da replikalar üretilmiş ve dünya-ötesi diyarları fethetmek üzere karga tulumba göreve yollanmışlardır. Hikayenin başından itibaren bu silahlar avcı olarak karşımıza çıkar, yaratıcılarını bulmak üzere dünyaya dönüp daha fazla “yaşam” talep edeceklerdir. Ancak dünyaya dönüşleri yasak olduğu için, aynı zamanda kendileri de ele geçirilecek birer av durumuna düşeceklerdir: replikaları üreten şirket tarafından replika dedektifi olarak yetiştirilmiş özel polis birimleri “blade runner”lar (ödül avcıları) tarafından “emekliye ayrılmaları” icap etmektedir.

Dolayısıyla Blade Runner, “avcıyla” “silahın” eşzamanlı olarak birbirlerini yok etmeye kurulduğu çift başlı bir av hikayesidir.

BİTİK BİR DÜNYADA “KUSURSUZ” KARAKTERLER

Blade Runner adeta dev bir çöplüğün içinde çekilmiş hissiyatı verir izleyicisine. Şehir, hiper ticarileşmiş bir kültürün teknolojik artıklarıyla çürümeye yüz tutmuştur. Durmaksızın her şeyi silip süpürürcesine yağan yağmur şehrin manzarasını neo-barok bir müphemlikle perdeleyerek bu ambiyansı bütünler ve resmen seyirciyi deşercesine yıpratır. Yeniden işlenen tek şey mimari, moda hatta ulaşım için ham madde elde edilecek olan atıklardır. Blade Runner filmindeki set tasarımları ve mizansenik ayrıntılar, geleceği bugünün yeniden dönüştürümüş bir kolajı olarak yansıtır. Frankenstein’ın yaratığı ve postmodern şizofren gibi, Blade Runner’daki insanlar da kullanılıp atılmış parçalardan bir araya getirilip inşa edilmiş gibi görünürler; öyle ki nihai ürün asla bütünlüklü algılanamaz. Sokaklardaki konuşmaları toparlayıp bir anlam vermek imkansızdır, her şey yamalı bohçanın içine tıkışıp kalmış gibidir. Metalik punk’tan, Hari Krishna’sına, geleneksel Meksika pelerinlerine kadar her şey boğazınıza çöker. Tüm bu birbirinin içine geçişen şeyler Marshall McLuhan’ın “küresel köy” diye vaktiyle müjdelemiş olduğu o romantik idealden çok uzaktır. Doğala özdeş tek bir kırıntı dahi göze çarpmamacasına, topluluk hissiyatıyla ilgili hiçbir duygu geçirmemektedir artık şehir. Ne bireylerin ne de kabilelerinin bir merkezi vardır artık.

Blade Runner’da, avcı mitinin karakterleri iyiden iyiye mükemmelliğe doğru evrilerek dört başı mamur teknolojik denetimin ideal metalarına dönüşmüştür. Bu da şunu gerektirir esasında: insanların işlerini yapabilmek adına, araçlar daha fazla insana dönüşmelidir; verimliliğe ket vuran unsurları ortadan kaldırmak için de insanın daha fazla araçlaşması gerekmektedir. İşte insanın kendi yazgısı üzerindeki kavrayışını tam da bu denetim iştahı zayıflatacaktır. Böylelikle avcı, silah ve av kimlikleri arasındaki sınırlar da iyice belirsizleşecektir. Bu çerçevede, ayakta kalabilmek için, insanın teknolojiyi edinmesi, refaha kavuşması için de teknolojide ustalaşması elzemdir. Blade Runner’da teknolojik bakımdan en yetkin karakter Tyrell Şirketinin kurucusu Eldon Tyrell olarak karşımıza çıkar. Replikaların mucidi ve üreticisi Doktor Victor Frankenstein tiplemesi şimdi odur, ancak farklı olarak bu tip kar odaklı üreticidir. Tyrell bütüncül benliği tahtından indirip yerine geçen egoyu temsil eder, ruhu olmayan, insanın her türlü işlev ve arzusunu yerine getirecek varlıklar üretmekte bunları dünya ötesi diyarlarda iş gören sömürgecilere pazarlamaktadır. Örneğin Pris karakteri erkeğin cinsel arzularını hastalık ya da gebelik gibi sıkıntı olabilecek organik meseleler olmaksızın yerine getirecek basit bir “haz modelidir”. Leon Kowalski ve Roy Batty Tyrell’in “savaş modelleridir”, Zhora ise “combo” bir üründür; kurnaz bir baştan çıkarıcı ve pro bir katil alaşımlı sürümdür. Replikalar, teknolojik avcının telos’u Tyrell’in “silahları”dır bir bakıma. Gel zaman git zaman replikalar, kendilerine ait olmayan bu davadaki tetikçi işlevlerinden azledilmek ve bağımsız birer insan olarak yaşamlarına devam etmek isterler. Roy Batty önderliğinde dördü “babalarına” başkaldırarak dünyaya dönerler ve dönüşüm talebinde bulunurlar. Görünürde insandan farklı olmamaları bir yana, duyguları uyanmış, özlük haklarını yıkıcı bir azimle talep etmek üzere şirketin kapısına dayanmışlardır. Roy Batty William Blake nazımından alıntılarla hayvanlarla melekler, insanlarla makinalar arasında nerede konumlandığına dair sorgulamalarla esrimektedir. İnsanların yaşamlarına anlam yükleyebilmek adına anlatısal tarihlere sarıldığı bir dünyada replikaların bunlardan mahrum bırakılmış olmaları onları iyice çılgına döndürmekte, bizzat kendi hikayelerini inşa etme arzusunu harlamaktadır. Sobchack’in de altını çizdiği gibi o vakte dek hiçbir bilimkurgu filminde yaşama dair böylesi varoluşsal bir özlem, insanlığa karşı böylesi gözü pek açıklıkta bir sorgulama görülmemiştir.

Amerika’da dımdızlak kalmış beni asıl per perişan, replikalara ise meftun eden ayrıntı ise film boyunca herhangi bir insan bir diğerini hiçbir biçimde gözetmezken, replikaların büyük bir tutkuyla birbirlerini kollamaları, biteviye bir yaşam savaşı vermeleri ve herhangi birinin kaybı durumunda duydukları ızdırap ve öfkeyi “insandan daha insan” bir dışavurumla kusmalarıydı. Parçalanmış ruhların çöp dünyasında, bu yapay varlıklar kendi ilkel kabilelerini kurarak daha fazla yaşam hakkı elde etmek için can havliyle savaşıyorlardı. Esasen filmin en bitik karakteri ve insanın makinalaşmasının en merkezi imgesi hiç şüphesiz ödül avcısı Rick Decard’dır. Karısı terk ettiğinden beri sürekli bitkin ve depresif bir halde tek başına yaşayan bu kraldan çok kralcı tipolojisi mutsuzluktan baymış halde sürekli içer. Hikayenin başında “boğazına kadar ölümle dolup taştığını” dile getiren Deckard’ın ödül avcılığından feragat ettiğini anlarız ancak çoğu kahramanın yolculuğu örüntüsünde olduğu gibi zorluklar karşısında yetkililer tarafından ehil kişi olarak işinin başına geri çağrılmıştır. Yalnız kovboy yine ıkına sıkına silahına sarılır. Paramparça olmuş ruhuyla yalnızca daha fazla verimlilik için öldürmeye devam edecektir.

İÇE BAKIŞ

Blade Runner da film olarak tıpkı karakterleri gibi alaşımlı bir yapı arz eder; çağdaş bilim kurgu janrıyla 1940’ların kara film (film noir) motiflerinin postmodern bir harmanıdır adeta. Özellikle geleneksel olarak uzayın keşfini konu alan bilim kurgusal yaklaşımlarda istikamet daima kentsel/yer küre merkezinden uzay ufuklarına doğru bir keşif ve yeni yerleşimler kurma harekatı olarak betimlenirken, bu filmde temel mesele dünyadan bezmiş bir dedektifin filmin tüm neo-film noir bulutumsuluğu içinde “karanlığın yüreğine” doğru çıktığı içsel serüven olarak karşımıza çıkar. Geleneksel kara filmde, kahraman şehirde kendisinden bulgulanması istenilen mevzunun dışında bir şeye bulaşır. Genellikle de kokuşmuşluğun ve yozlaşmanın kökeninde toplumun kendisi olduğu gerçeğiyle yüzleşilir. Zira kara film medeniyetlerin tepesinde at koşturanların yolsuzluklarına karşı ahlaki bir tepkiyi temsil eden kentsoylu bir janr olarak görülür. İşte Blade Runner filminin kara filmle olan ilişkisi de sürekli genişleme ve işgal odaklı işleyen fetih mitinin bu vesileyle içsel bir incelemeye tabi tutulması olmuştur bana göre. Karanlığının içine gözünü diktiğinde, teknolojik avcı da görevini kötüye kullandığını görmüştür, gölgesiyle yüzleşmeli ve tüm bu yansıtmaların aslında kendisi olduğu gerçeğini göğüslemelidir. Dekard’ın Öteki’ne karşı duymaya başladığı empatiyi, dişil ile teması daha da güçlendirecektir. Her ne kadar filmde belli başlı “gerçek” kadın karakterlere rastlayamasak da (tamamen mekanikleşmiş bir ortamın simgesi olarak düşünülebilir), dişil replikalarla yaşadığı her deneyim Decard’ı dönüştürecektir. Özellikle replika mı yoksa insan mı olduğunu bilmeyen Rachael karakteri potansiyel bir anima figürü olarak Decard’ı olgunlaştıracak ve kendisiyle birlikte ona insan olmayı yeniden öğretecektir.

Ancak Decard’ın manevi arınma adına alacağı en büyük dersi ona kana susamış nemesisi Roy Batty verecektir. İkili karşı karşıya gelir ve Deckard bir şekilde Roy’un tutkuyla bağlı olduğu dişi replika Pris’i vahşice katleder. Pris’in delik deşik olmuş bedenini bulan Roy insan ve hayvan duygularının karşımı bir çığlıkla kurt gibi uluyarak katıla katıla ağlamaya başlar; göz yaşları Pris’in yaralarına akarken, Roy usulca Pris’i dudaklarından öper; adeta anima ruhunu kendi ruhuna katıştırmak için çabalamaktadır. Bir hışım Decard’ı bulup yok etmeye odaklanır; artık Decard avcıdan ziyade avlanacak olanın ta kendisidir. Persona ve gölge sembolik bir şekilde binanın en tepesinde görünürde bir güç savaşı verirken Roy Batty, gelmiş geçmiş en sarsıcı kasidelerden birini şakır:

“Korkuyla yaşamak nasıl bir acı, değil mi? İşte köle olmak da böyle bir şey…Siz insanların inanamayacağı şeyler gördüm. Orion’un bağrında alev alev yanan savaş gemileri. Tannhauser Kapısı civarlarında, C-ışınlarının karanlıkta parıldayışını izledim. Tüm bu yaşanan anlar zaman içinde kaybolup gidecek, tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi. Ölüm geldi, vakit tamam.”

Roy’un bu son sözü “post-modern bir mizansende çalınmış yüksek-modern bir ağıt” gibi patlar kulaklarda. Dünyevi belleğe, onun örtülü akışına, kısa ömrüne, maddesel olmayışına yakılan bir ağıttır bu esasında. Aslan yürekli Roy Batty’nin bu son sözü, kendi türünün fevkalade içgörüsü üzerine daldığı tefekürün yansıması, aynı zamanda da kaçınılmaz bir şekilde ölümüne eşlik edecek olan kolektif belleğin yitişine dair bir matemdir. Roy can verirken elindeki güvercini gökyüzüne salar. Bu sembolik son hamle, hem yaşamı ölümüne isteyen bu yaratıktaki Ruh’un varlığını hem de Roy’un canı gönülden ahlaki bir tercihte bulunarak Öteki yaşamı var etmesini ifade eder. Böylece, Roy, final sahnesinde, kutsal avı gerçekleştirerek avcıyla avı “bir” kılar.

Katabasis’e dalmadan çıkışı bulmak olmaz.

Roy Batty’i canlandıran ve 2019 yılında yaşama veda eden doğa dostu ozan, sevgili Rutger Hauer’in değerli anısına…