Transmodern ufuklardan bir umut huzmesi süzülebilir mi?

Bienalin arzı endam etmesiyle birlikte, öyle ya da böyle postmodernistlerin her alanda toplumsal patolojilerimize getirdikleri tanıyı kabul ettiğimi...

Bienalin arzı endam etmesiyle birlikte, öyle ya da böyle postmodernistlerin her alanda toplumsal patolojilerimize getirdikleri tanıyı kabul ettiğimi söyleyerek yapayım bu hafta girizgahımı. Ancak yine de geleceğe dair ima ettikleri yenilgi önbilileri benim hop diye üzerine atlayabileceğim bir şey değil. Hiç şüphesiz modernist kuramlara da ittir kaktır geri dönemeyiz artık; ne de olsa bunlar postmodernistlerin tanımladıkları vebanın tam da bize bulaştığı lezyonlar. Fakat o muazzam teknolojik gurur tablolarımızdan üzerimize geri yansıyan gölgeyi daha net görebileceğimiz yeni bir platforma da gereksinim duyuyoruz ne olursa olsun. Feci halde huzursuzuz. İşte tam da bu yüzden “bu yeni bir platform” sorunsalı “postmodern durum” olarak kodladığımız yaşam kırıklarının ötesine geçmek durumunda şayet değişime dair yeni yollar, geleceğe dair yeni umutlar peşinde koşabileceksek.

ÇETREFİLLİ BİR JARGON

Burada transmodern diye bir şeyler gevelerken, modernizmin (ve zinhar postmodernizmin de) bizlere ziyadesiyle ufuk açıcı katkılarının hakkını teslim ederek, “ötesine” geçilmesini elzem bulduğumu ifade etmek isterim. Postmodern olarak tanımlananın, “müstehzi” duruşuyla eleştirdiğinin ayağını kaydırıp yerine geçme edası, beni bu platformdan ziyadesiyle soğutmuş olduğundan; “transmodern” sözcüğünü tercih ederim. Çetrefilli bin bir jargonun cirit attığı bu alana başka bir tumturak iliştirmenin gereksizliğini görmekle birlikte, eleştirel bakış açımı net olarak yansıttığını düşündüğüm için çivi çiviyi söker diyerek bu riski alıyorum. Öncelikle transmodern bakış açısının bazı gereklilikleri yerine getirmesi gerekiyor kale alınması için elbette.

Birincisi her ne kadar “egemen rasyonel özne”; yok savaştı, yok göçtü, yok karbon ayak-iziydi gibi eleştirilerle son zamanlarda sıkıntılı günlerden geçtiyse de, bilimsel ilerleyiş ve beşeri bilimlerle sanat alanlarındaki düşünsel içgörülere olan yadsınamayacak katkılarıyla insanlığın hala çok temel değerler atfedilen bir parçası.

Kopernik devrimiyle dünya ademi merkeziyetçiliğe geçmiştir, evet; ancak yine de hala evrenin geri kalan kısmını çarnaçar onun üzerinden anlamaya ve tasavvur etmeye çalışırız. İşte aynı bu bakış açısının izini sürersek; egoyu da başka bir göreve tayin etmenin zamanı gelmiş demektir. Ortadan kaldırmakla olacak iş değil; zira o egodur ki benliğimizin geri kalan kısmıyla bağlantı kurmamızı sağlayacak mafsal.

ORTAK MARAZ

İkincisi, transmodern bakış açısı, manevi dürtünün reddedilmemesi gerektiğini, bastırıldığında düşmanlaşacağını savunur; modernizmin Düşünen Adamı’ından ve aynı oranda postmodernizmin Asi Öteki’nden ayrışılması gerekliliği üzerinde durur. Son olarak da bu bakış kaderci bir anlam boşluğundan özellikle imtina etmelidir. Belleğimi gözden geçirdiğimde entelektüellerin her daim her dönem dünyaya karşı bigane bir hoşnutsuzluk içinde olduğunu görüyorum. Akademinin dışındakiler, postal giyer, sürekli tek kaş havada karanlık dehlizlerde gezmeye özen gösterir, yabancılaşmış sanatın hamiliğini üstlenir; akademinin içindekiler başkalarının metinlerini yapıbozum sondalarıyla deşim deşim deşip kirli çamaşırlarını pazara çıkarma derdine düşmüştür. Bu tahripkar çıkışlarıyla, postmodern eleştiri, günün sonunda anlamsızlık durumuna teslim olmak suretiyle ortak marazımızın ateşini harlar geçer.

Transmodern bakış açısı postmodernlerin eleştirdiği parçalanmış özneyi kabul eder, bağrına basar; bununla beraber parçaların daha ince zerrelere ayrışarak püskürdüğü daha geniş bir bütünlüğe işaret etmeye çalışır. Varoluşumuzu nasıl hor gördüğümüz acısıyla yüzleşir ancak geleceğe dair bir yön ve umut barındırarak. Kötücül insan “öznesi” hiç şüphesiz, ne modernistin ne de postmodernistin hakkını teslim edebileceğinden çok daha karmaşık bir yapı. Nitekim, dışsal mutasyonu kadar aşkın derinliklere sahip bir organizma olarak ele alındığında, bireysel benliğimizin ehil bir içsel şifacı olduğu bile söylenebilir. Postmodern huzursuzluğun kısmi yanıtı derinlerimizde yatıyor esasında. Avcı mitinden alacağımız ana mesaj da bunun ta kendisi. Eğer dünya malının derdine düşüp merkezimizden bu denli uzaklaştıysak, “Ey hekim önce kendini iyileştir!” kadim kelamı buraya denk düşer.

Gayrı İlmî Mistik

Benliğe dair transmodern bir bakış inşa etme gayretlerim süresince, sadece “düşünmek”le kalmamış böylelikle de egonun ve bastırılmış bilinçaltının ötesine doğru genişleyen bir benlik düşüncesini kurcalayan bir dizi düşünürün izini sürdüm yıllar yılı hiç usanmadan. Özellikle, analitik ya da arketipsel psikoloji olarak da adlandırılan C. G. Jung’un “derinlik psikolojisi” araştırmalarıyla, Ken Wilber ve Huston Smith gibi yazarların “benötesi psikoloji” yaklaşımlarından ziyadesiyle etkilendim. Nedense Freudcu psikanaliz karşısında çoğu postmodern büyüklerim kadar huşuya kapılamadım. İnsan deneyiminin belli başlı alanlarından biri olan bilinçaltının, yalnızca modern yaşamın getirdiği toplumsal koşullara bir tepki değil aynı zamanda bunlarla derinden ilintili olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda, insanın sonsuz katlı ruhsal yapısının derinliklerine inme çabası içinde olan transmodern yaklaşım, postmodern olarak tanımlanan bu çağda deneyimlediğimiz parçalanma illetini masaya yatıracağımız bir platform sunabilir bizlere. Çünkü farkındaysanız çok temel bir insan gereksinimini doyuracak bir nitelik taşıyor: yaşamın anlamını kavrama çabası. Modern İnsanın Maneviyat Sorunu makalesinde Jung şöyle söyler: “Hastalarımın üçte birinde klinik açıdan tanımlanabilecek herhangi bir nevroz bulgusuna rastlamadım. Ancak bu hastalarım yaşamlarının anlamsızlığı ve amaçsızlığından ötürü acı içindeydiler. Bu çağımızın genel nevrozu olarak adlandırılsa asla karşı çıkmazdım.”

Yazılarımın çoğunda bu can (psyche) meselesini göreceksiniz daha durun, can olacağız. Bu “can” temelinden çıkarak çeşitleniyor her şey. “Kolektif bilinçaltı” ya da “benötesi bilinçaltı” ya da “nesnel psişe”, bilinçaltının, kişisel ya da kültürel basınçlardan ziyade genellikle insani karakterini barındıran boyutuna Jung’un getirdiği saptamalardır. Rüyalarımızda, mitlerde, dünyanın neresine giderseniz gidin bütün efsanelerde tekrar eden belli başlı sembolik motiflerin kaynağı buradadır. Kolektif bilinçaltımızda içgüdülerimiz ve rabıtaları “arketipler” yaşar. Bunlar kavrayışımızın simgesel olanaklarıdır; içgüdülerimizin kendini algılama biçimleridir. Tıpkı bilincimizin nesnel yaşam akışını içe doğru algılaması gibi. Arketipler içgüdüsel davranış örüntüleridir; kolektif bilinçaltı tüm bireylerde benzer işleyişle akıştadır, bireysel düzlemde gelişmez; kalıtsal aktarımla yola devam eder.

İşte tam da kolektif bilinçaltının bu arketipleri yüzünden benim cânım Jung’umun adı gayrı ilmî gizmeciye çıkmıştır. Günümüzde halen kimilerince hissi kable’l vuku şifacılığı yapan “grup zihni” ya da “Anima Mundi” (Dünya Ruhu) çıfıtçısıdır Jung. Çalışmalarının başında (maalesef) arketipleri sonsuz bir tekrarla psişeye kazınmış olan “İlksel İmgeler” olarak tanımlamış olmasından dolayı Lamarck’ın türlerin ortama uyum sağladığında evrimleştiği ve bu kazanılan özelliklerin sonraki nesillere aktarıldığı önermesini kopyaladığına dair eleştirilerin hedefi olmuştur. Ayrıca Jung, zihnin koşullanmayla “yazıldığı” boş bir levha olduğu görüşüyle şekillenen modernist psikoloji ve psikiyatri geleneği çerçevesinde çalışan ve üreten bir araştırmacıydı. Dolayısıyla kişiliğin örtük bir potansiyel olarak doğumdan itibaren bir bütün olarak mevcut olduğu ve çevresel koşulların hali hazırda varolanı ortaya çıkardığı görüşü, zamanında davranış bilimlerinin temellerini atma aşamasında olan rasyonellerce lanetlendi. Son dönemlerde de aynı şekilde hayaleti, tüm deneyimin toplumsal olarak inşa edildiği görüşünü benimseyen, adet yerini bulsun diye en ufak bir Esasçılık esintisine dahi burun kıvıran neo-davranışçı postmodernlerin canını sıkmaya devam ediyor. Öyle ya da böyle Postmodernlerin radarına girse dahi, hazretler Jung’un çalışmalarını hatalı bir modernist doktrin olarak değerlendirip pek itibar etmezler. Ancak Jungcular canhıraş bir çabayla kolektif bilinçaltı kavramının bir spekülasyondan ya da felsefeden ibaret olmadığını, pekala görgül bir mesele olduğunu iddia etmeye devam ediyorlar. Örneğin Anthony Stevens’a göre arketip hipotezi, insan psişesiyle geri kalan organik yapı arasında bir devamlılık sağlıyor ve deneysel bilimle, davranış bilimi arasında köprü vazifesi görüyor. Jung da arketip hipotezini destekleme doğrultusunda, rüyalardaki, aktif imgelemedeki (Jung gevşeme sürecini takiben hastalarından semptomları üzerine konsantre olmalarını ve ardından zihinlerine gelen imgeleri tanımlamaları isterdi), paranoya ya da benzeri sanrılar ve mitlerdeki motifleri karşılaştırmıştır. Elbette rüya analistleri ve mitologlar Jung’un bu hipotezini ayrıntılı bir biçimde destekleyecek birçok kanıtı bir araya getirmiştir. Örneğin insanlar her daim potansiyel benlik bütünlüklerini, bunun dünya ve evrenle olan bağını dairesel geometrik örüntülerle (mandalalar) ifade etme eğiliminde olmuşlardır. Bu arketip belki vaktiyle ilkel kabilenin birinde yaşayan bir insanın basitçe çiziktirdiği bir şekille tezahür etmiş ama aynı biçimde daha yüksek teknoloji altında yaşayan bir kültürde uçan daire tasavvurlarıyla ifade bulmuştur. Kabile örneğinde bu sembol, topluluğun ayrışmaz bütünlüğüne işaret ederken, teknolojik kültürde, zamanın getirdiği parçalanmışlık acısına karşı bireyin sezgisel olarak gereksinim duyduğu birlik hissini temsil eder. Ya da örneğin mitolog Joseph Campbell 400 yıllık kadim bir meditasyon geleneği olan kundalini yogayla Polen Yolu olarak bilinen Navaho ritüeli yolculuğu arasında çarpıcı ayrıntıdaki benzerliğe dikkatlerimizi çeker. Kundalini pratiğinde, çakralar olarak bilenen yedi omurga merkezi boyunca bir yılanın sağılması deneyimlenip resmedilirken, Polen Yolu seremonisinde inisye edilecek kişi fiziksel olarak kumun üzerine yılan biçiminde çizilmiş olan haritayı izleyerek geçişini tamamlar. Her iki ritüel, aşkın farkındalığa, şifaya ya da manevi güce doğru akan bu yolculuk süresince kişiye kılavuzluk eder. Birbirinden çok uzak noktalarda yeşeren ve çok farklı toplumsal sistemlerle işleyen kültürlerde ısrarla, tekrar tekrar ortaya çıkan bu arketipler, hem kültürler arasındaki temel bağı (arketip) hem de tarihsel olarak şekillenmiş olan farklılıkları (arketip imge) ortaya koyar.

Kendisine doğrultulan eleştiriler karşısında Jung’un kültürün bilinçaltı üzerindeki etkisine ilişkin yorumları, insan yaşamını ve toplumsal ilişkileri büsbütün zamansız ve tarih dışı olarak görmediğini bizlere gösterir. Tam tersine Jung, tıpkı arketip imge gibi, kişisel/kültürel bilinçaltının da evrensel ve kültürel olanın arasındaki çarpışmadan türediğini söyler. Hiç şüphesiz Jung, Postmodernlerin ortaya koyduğu Öteki’nin bastırılmışlığı sorunsalının psişik sonuçlarıyla cebelleşmiş bir kuramcıdır. Rasyonel olanın duygusal olana, logosun mitosa, zihnin bedene hatta teknolojik olanın insani olana karşı üstünlüğünü sorgulamıştır. Elbette şunu da eklemek gerekir: toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf gibi toplumsal olarak inşa edilmiş diğer baskı alanları üzerinde pek fazla kelam etmemiştir. İşte tam da buradan hareketle kültürel bilinçaltının transmodern bir çerçeveden yeniden ele alınarak Jung’un insana değer yükleyen bakışaçısının, Öteki’ni tahakküm etme biçimlerimizin postmodern eleştirisini de kucaklayarak genişletilmesi duygu, düşünce, eleştiri ve eylem dünyamız açısından büyük bir zenginlik olacaktır.

Hazır bu kadar şiştik, bunaldık; haftaya ego belasıyla devam edeyim…