Tiranlar da bir zaman ipek yürekli çocuktular

"İnsanın sıfır noktasına yeniden ve yeniden bakmamız lazım. Yaşadığımız bunca felaketin göçüğünde üzerimize çöken yürek ağrısı, insanın ele geçirme ihtiyacını artık hissetmediği, bunun yerine arınma ve masumiyet ihtiyacı hissederek sadeliği ve huzuru aradığı zamanları çağıramaz mı pekala?"

“Hayatımın şansı, belki de biricikliği onun karayazısındadır: bilmece gibi konuşacak olursam, babam olarak zaten ölmüştüm; annem olarak hala yaşıyor ve yaşlanıyorum. Adeta yaşam merdiveninin en üstteki ve en alttaki basamağından gelen bu iki köken, aynı zamanda dekadans ve başlangıç” diye girer söze Nietzsche Ecce Homo eserinin ilk bölümüne.

Her çocuk bir parçalanışa doğar. Yaşamı boyunca da çoğu zaman el yordamıyla birkaç parçayı toparlamaya çalışarak can kırıkları arasından yolunu bulmaya çalışır. Yoksunlukla hemhal olan kaygılı beklenti, ihmal sızısıyla kendini gösterir. Her çocuk yaşamda aşağıda bir yerlere konumlanır, ailesinin bahşettiği duygular ya da sosyalleşme biçimleri olmasa, çocuğun bağımsız bir varoluş geliştirebilmesi mümkün olamazdı. Çocuklar zayıf ve çaresizdir; yaşamın başlangıcında sızım sızım bir aşağılık duygusu peydah olur insan yavrusuna. Ve bir şekilde her çocuk bu can kırıklarıyla dolu yaşam patikalarını tek başına yürüyemeyeceğini kavrar. İşte tam da bu aşağılık duygusunun itici gücüyle, çocuk başlangıç noktasından ileriye doğru atmaya çabalar kendisini. Bu ilksel hamleler çocuğun yaşam içerisindeki güvenli bağlanma ve huzur kaynaklarını tesis ederek varoluşsal omurgasını biçimlendirmesine yardımcı olur. Çocuk buradan hareketle hedefine ulaşabileceği bir yol çizmeye hazırlanır.

Sonra işin içine üst yapısal unsurlar dahil olur hiç şüphesiz. Kültür, okul, kitle iletişim araçları, roller, güç ilişkileri, inanışlar, söylenceler, sanat, bilim, siyaset, pazarlama dünyası. Çocuğun eğitilebilirliği gel zaman git zaman bunlarla şekillenir ve bu bombardıman altında temelde iki faktör tarafından parçalanabilir: İleri seviyede, yoğuşmuş, çözülmemiş bir aşağılık duygusu ve çevresi üzerinde egemenlik kurma ve gücünü ifade etme çabası. O parçalanışı aynı zamanda çözülmüş toplumsal denge ve güvensizlik ekseninde deneyimleyen çocukları biraz gözlemleyerek fark edebilirsiniz. Bu yavrular her deneyimledikleri şeyi bir yenilgi ya da aşağılanma olarak yorumladıkları ve ihmal edildiklerini düşündükleri için giderek “sıkıntılı” çocuklar haline gelirler. Gerçekten de her çocuk çarpık bir gelişme tehlikesiyle karşı karşıyadır ve her çocuk kendini yer yer dengesizlik içinde bulur. Yine her çocuk yetişkinlerle çevrili bir ortamda serpilmek durumunda olduğundan, kendisini çelimsiz, minik, desteksiz ayakta kalamayacak bir varlık olarak deneyimleme eğiliminde olur. Büyüklerin, kotarabileceğini düşündüğü ufak tefek işleri, çocuk eline yüzüne bulaştırmadan yapamayacağı kaygısı duyar. İşte tam bu alanda başlar insan yavrusunun dramı, büyüklerin eğitme sürecindeki çuvallamalarına paralel olarak. “Büyük insanlar” o yavrunun altından kalkabileceğinden fazlasını dikte ederken, bilirler mi acep çaresizliklerini nasıl da hunharca yüzlerine vururlar; üstüne üstlük bir de çelimsizlikleri, “beceriksizlikleri” bile bile, kanırta kanırta nakşederler yüzlerine dizlerine. Hep bir karşılaştırmadır gider bir yandan da, Adler çocukların, hareketli oyuncak bebekler, dikkatle izlenmesi gereken mülkler olarak görüldüğüne işaret eder. İnsan yavrusuna varoluşun sıfır noktasından itibaren yararsız insan yükü oldukları hissettirilir, bazı hanelerde öpüşler kokuşlar uçuşsa da havalarda. Yetişkinler ve ebeveynler dünyasından onlara doğru gürül gürül akan onay ya da hoşnutsuzluklar sonucunda çocuk gücünü temelde şu iki değişken üzerinden değerlendirmeye yönelecektir: özelde büyüklerinin özenle ekip biçtiği bir aşağılık duygusu ve toplumun çocukları ciddiye almama sabiti. Dolayısıyla insan yavrusu hakları olmayan bir hiç olduğu duygusunu kabule geçerek garip bir şekilde kabuğuna çekilip görülmemeyi, duyulmamayı içselleştirir. Ama hikaye orada bitmez.

Koruyucu Telafi

Bir bireyin varoluş amacı üzerindeki temel belirleyicilerin aşağılık, yetersizlik ve güvensizlik duyguları olduğunu söyler Adler. Bu ağır hissiyatla birlikte çocuk hiç şüphesiz sürgit bir ilgi odağı olma savaşı vermeye koyulur. Biteviye ötekinden üstün olduğu bir hedefe ulaşmak için çabalar durur. Duygularımıza değer yükleyen, duygu zincirlerini birbirine bağlayan, düş gücümüzü şekillendirerek yaratıcı damarlarımıza kan pompalayan, neyi sahiplenip neyi geride bırakacağımızı belirleyen de işte bu hedeftir. Nitekim bizzat kurguladığımız, aslen var olmayan sabit bir noktaya kilitleniyoruz. Ancak gelin görün ki bu varsayımlar ve hedefe kitlenişler olmadan da insan yavrusunun yol kat etmesi psişik yetersizlik nedeniyle çok güç. Bu varsayımlara tutunarak varoluş kaosu içinde seyir etmeye koyuluyoruz. Ama bir taraftan da hayat bizlere bir hedefe yönelik çabalamanın pragmatik bir navigasyondan daha fazlası olduğunu gösterir. Bir amaç için didinmek sadece felsefi bir varsayım değil, esasen çok temel bir gerçektir.

Akut biçimde yapışıp kalınan uçsuz bucaksız bir iktidar savaşı günün sonunda o ipekten çocukların gelişiminde bir yozlaşmaya yol açıyor elbette. Adler’in de işaret ettiği gibi abartılı bir güvenlik dürtüsü, cesareti küstahlığa, itaati korkaklığa, hassasiyeti dünyaya hükmetmek için ince bir ihanete dönüştürebilir. Eğitim tornası, güvensizlik duygusu içinde demlenen insan yavrusuna öyle ya da böyle bir yol çizerek belirli bir sosyal çevre içerisinde tüm bunları telafi edebilme olanağı sunar. Bir bakıma koruyucu telafi mekanizmaları olarak üst anlatılarca örülen bu araçlara tutunan çocuk, güvensizlik ve aşağılık duygularından kurtulmaya çalışır. Ruhun çektiği işkenceyle tortulanan aşağılık duygusunun yönetimi ve telafi mekanizmaları, bedensel varlığımız için geçerli olan sistemle de koşutluk gösterir. Yaşamamız için bedenimizde işler halde olan organlarımızın üretkenlik gücü düşüşe geçtiğinde, aşırı büyüme ya da aşırı işlevselleşme gibi durumlar ortaya çıkar. Örneğin dolaşımla ilgili sorunlar baş gösterdiğinde, yeni gücünü tüm bedenden türevlendiriyormuş gibi görünen kalp, normal işlerlikte olan bir kalpten daha güçlü olana kadar büyüme gösterebilir. Benzer bir biçimde de, aşağılık, güvensizlik ya da çaresizlik duyguları altında acı çeken minik ruh, aşağılık kompleksine tutunarak tüm gücüyle devleşmeye çalışır. Bu hakimiyet duygusu kimi zaman öyle yoğun bir kıvama gelir ki, artık hayatın sıradan ilişkileri bireyi tatmin etmeyecektir. Güç dürtüsü patolojik bir hal aldığında ise birey daha şiddetli dürtülerle ötekinin durumunu asla gözetmeksizin kendi konumunu sağlama alma sabırsızlığı ve çabasıyla hareket eder. İnsan yavruları bağlamında abartılı hakimiyet hedeflerine yönelik abartılı hareketleri nedeniyle daha keskin bir biçimde göze çarpan çocuklardır bunlar artık: dünyaya karşıdırlar ve dünya onlara karşıdır. Hırsları onları her zaman rahatsızlık verici unsurlar olarak öteki insanların yoluna koyacaktır. Bu oluşumların başını da hiç şüphesiz kibir, gurur ve her şeyin ötesinde öteki’ni ele geçirme itkisi olacaktır. Hele ki çocuk yaşam yolunda sert adımlarla herkesi fethetme duygusuyla ilerlerken temas ettiği her şeyi elinin tersiyle itmeye kitlenecektir. Bu çocukların çevreleri üzerindeki itibarını garanti altına almaya yönelik ödünlediği katmerli güç dürtüsü bir süre içinde onları gündelik yaşamın genel geçer sorumluluklarına karşı bir direnişe zorlar. Böylelikle sevgi ve şefkatten yoksun, sürekli yaşamın küf kokulu yönüyle temasta olan çocuk, ortak temas noktalarının olmadığı bir dünyada kendisine inanır kalır: “Kalbim taşa döndü, ona dokunsam elim acıyor.” Ve nitekim, kalp katılaşır, buza dönüşür ve saydam bir şey gibi parlar. Ona çarpan her şey kırılır. Sevginin tamamen ortadan yok olduğu, yalnızca nefretin kaldığı Dante’nin İnferno’sunun abislerinin buzullarla kaplı olması şahane korkunçlukta bir metafordur. Sevgi ve nefret suyun katı ve sıvı halleri gibi ruhun iki hali farklı hali değilse nedir. “Sizler ipekten küçük birer çocuğa dönüşmediğiniz sürece, Cennetin Krallığına giremeyeceksiniz.”

Çocukluğun Gizli Bahçesi

Velhasıl çocuk pek çok açıdan bilinmezdir. Çocuğun ruhunun hep bilinmesi gereken ancak bilinmez kalmış bir yönü vardır. Psikoloji, anatomi, eğitimle araştırılıp gözlemlenen, değerlendirilen süreçlerin de yanı sıra çocukta bizi bu bilinmeyene götürecek keşifler gerekir. Maria Montessori’nin dediği gibi, saklı altınların varlığından haberdar olan ve bu değerli maden için bilinmeyen toprakların altını üstüne getiren ve dağları yerinden oynatanlar gibi bizler de bu bilinmeyen çocuğun izini büyük bir şevkle sürmeliyiz. Çocuğun ruhunda saklı bu bilinmeyen şeyi ararken yetişkinin yapması gereken de budur. Bu; ulusu, ırkı, sınıfı ne olursa olsun herkesin katılması gereken bir görevdir, çünkü insanlığın gelişimi için elzem olan etkeni ortaya çıkacak olan bu hamledir.

Yetişkin, çocuğun ruhunu sürekli teğet geçtiği için onunla sürgit bir çatışma halinde. Ana, baba, hacı, hoca, her kimse, entelektüel ya da maddi olarak kendini istediği kadar geliştirsin, fark etmez. Bu çare değil. Farklı bir başlangıç noktası bulunmalı. Yetişkinin çocuğu olduğu gibi görmesine ket vuran, o ana dek ne olduğu anlaşılmayan hatayı kendinde bulması gerekir. Eğer bu hazırlık eksikse ve yetişkin böylesi bir hazırlığın gerektireceği beceri ve içgörüye sahip değilse, bir arpa boyu yol kat edemez. Yine yıllar yıllar önce sevgili Montessori ustanın dediği gibi kendini tanımak sanıldığı kadar güç bir iş değildir. Bilinçsizce yapılsa da her hata acı ve ıstırap demektir ve çareye işaret eden en ufak bir ipucu, gereksinim duyulanın ne olduğunun fark edilmesini sağlar. Tıpkı parmağı yerinden çıkan bir kişinin, acısının dindirilmesi için bu parmağının yerine oturtulmasına ihtiyaç duyması gibi, insan hatasını anlar anlamaz vicdanına çeki düzen verme gereksinimi duymalı. Çünkü o noktadan itibaren, uzunca zamandır katlanmış olduğu acı ve zayıflık artık katlanılamaz bir hale gelmiştir. Çocuklarla ilgili aslında kendimize çok fazla pay çıkardığımızı, olanaklarımızın ve gücümüzün elverdiğinden ötesindekini yapabileceğimizi fark etmeden çocuğun gizli bahçesindeki iç aleminin farklı olduğu gerçeğine zerre dokunamayacağız maalesef.

Yetişkin çocukla olan ilişkisini benmerkezci (bencil değil, benmerkezci) bir temel üzerinden yürüttüğü sürece hiçbir şey olmayacak. Çocuğun psikolojisi üzerinde etkili olan her bir şeyi kendi bakış açımızla, hatta iğneyi kaptığımız gibi “bakış aşımızla” değerlendirdiğimiz sürece, çocuk milletini yanlış anlamaya mahkum egolardan ileriye gidemeyeceğiz. Hepimizi, çocuğun doldurulması gereken boş bir levha olduğunu, bütün işlerinin başka birileri tarafından görülmesi gereken tembel ve beceriksiz bir varlık olduğunu; yetişkinin, her adımında tırım tırım peşinde dolaşması gereken, içsel kılavuzdan yoksun bir varlık olduğunu düşünmeye iten de işte bu bakış açısıdır. Çocuklarımızın yaratıcısıymış gibi davrandığımız, çocuğun davranışındaki iyiliği ve kötülüğü tamamen kendi eksenimiz üzerinden okuduğumuz sürece bu girdapta boğulmaya devam edeceğiz. İyiliğin ve kötülüğün mihenk taşları biz miyiz Allah aşkınıza. Hiç mi yanılmadık? Çocuklarımız iyilik timsalleri olarak illa ki bizi ve sadece bizi mi modellemelidir? Aman çocuk yetişkinin özelliklerini örnek alma yolundan sapmaya görsün, hemen çeki düzen verilmesi, format atılması, rektifiye edilmesi lazım gelir. Ve bu işin en oksimoronik tarafı da, farkında olmadan çocuğun kendi kişiliğini oluşturmasına engel olan bir tutum benimseyen yetişkinin ne hikmetse, sevgi, coşku, övünç ve fedakarlık hisleriyle dolup dolup biteviye taşmasıdır.

Esasen çevresinin mimarı, kurucusu, üreticisi, dönüştürücüsü olan insan, çocuğu için arıların, böceklerin ve diğer bütün canlıların yaptığından daha azını yapar. Yaşamın en yüce ve en elzem kılavuz içgüdüsü insanda bütünüyle eksik olabilir mi? Beşer, türünün varoluşunun bağlı olduğu, evrensel yaşamın en büyüleyici olgusu karşısında gerçekten kör ve çaresiz olabilir mi?

İnsanın sıfır noktasına yeniden ve yeniden bakmamız lazım. Yaşadığımız bunca felaketin göçüğünde üzerimize çöken yürek ağrısı, insanın ele geçirme ihtiyacını artık hissetmediği, bunun yerine arınma ve masumiyet ihtiyacı hissederek sadeliği ve huzuru aradığı zamanları çağıramaz mı pekala? İşte insan o masum huzurun içinde dünyanın ağırlığının altından yeniden doğar gibi yaşamın yenilenmesi için birkaç adım atabilse ne iyi olur.

Etiketler
Ağrı