Gelecek de mağarada: High-Tech mi, High-Touch mı?

Gelecekte, doğanın dansının edilgen gözlemciliğinden, koreografisine, oradan doğanın efendiliğine ve nihayetinde doğanın muhafızlığına doğru gerçekleşecek dönüşümün aktörleri olabilecek miyiz bakalım. Yoksa doğa meseleyi kökten kendisi mi halledecek? Ne olursa olsun mağaralar hep burada olacak.

Aslına bakarsanız bilişim çağıyla ilgili ortaya atılan çoğu tahmin feci şekilde fos çıktı. Örneğin bir sürü fütürist bilgisayarlar diyarında artık “kağıt çöplüğü” ofisler olmayacağını, bilgisayarın kağıt hadisesini ortadan kaldıracağını öngörüyordu. Ancak tam tersi ofislerde hala, pandemi sonrası dinginliğe rağmen, kağıt yığınından geçilmiyor, hatta pandemi öncesine göre neredeyse daha fazla kağıt, çıktı, imza föyü, fatura havalarda uçuşuyor.

Bazıları da “insansız kent” diye bir manzaradan dem vuruyordu bir aralar. Yine pandemiden önce bile bir dizi fütürist telekonferans işlevinin yüz yüze iş yürütme süreçlerini gereksiz kılacağını böylece işe gidip gelme karmaşasını da otomatikman lağvedeceğini öne sürüyordu. Gerçi bu hayalet şehir öngörüsünü pandemi vesilesiyle bir kabus olarak yaşadık kısıtlı bir süre çerçevesinde. Hepimiz evlerimize sindik, koltuklara gömüldük, ekmekleri ve tırnakları kemire kemire apokalips dehşetiyle bilgisayar başında mümkün mertebe iş görmeye odaklandık.

Aynı şekilde birileri de “siberturizm” diye bir şey ortaya attı; sözüm ona artık insancıklar ellerinde kah kahveleri kah margaritaları, kanepelerine uzanıp gün boyunca internet üzerinden gitmeye özlem duydukları yerleri sanal sanal adımlayacak ve bundan müthiş bir haz duyup aynı zamanda kara geçeceklerdi. Bir de hiç şüphesiz “siberalışverişçiler” diye bir tüketici türü cana gelecek bilgisayar fareleriyle e-ticaret ortamlarının tozunu attıracaklar, alışveriş merkezleri de bu minvalde topu atacaklardı. “Siberöğrenciler” çevrim içi derslere giriş yapıp, başka bir köşede bir ellerinde cips paketi ötekinde joystick, sinsi sinsi Hedon krallığında bayrak açacaklardı. Gel zaman git zaman üniversiteler gündem ve işlev dışı kalacaklar, kapılara kilidi vuracaklardı.

Sonuç itibarıyle geleneksel kitle iletişim araçlarının ve eğlence kültürünün siber güçlere intikali öyle ya da böyle vuku buldu. Yine kimi fütüristler internetin, canlı tiyatro sahnesinin, sinemanın, radyo ve televizyonun köküne büsbütün kibrit suyu ekecek ezici bir güç olarak sahne alacağından dem vuruyordu. Geleneksel medya pek yakında bildiğin müzelik olacaktı.

Bakıyorum da pandemiye, ekonomik buhranlara rağmen hiç de öyle ıskartalık bir durum yaşanmadı. Trafik her zamankinden daha beter, kentsel kabus olarak yerini korumaya devam ediyor. İnsanlar kafileler halinde turistik mekanlara akın ediyorlar; turizm rekorları kırılıyor ve turizm hala gezegen üzerinde en hızlı büyüyen endüstrilerden biri olarak dipdiri karşımızda sırıtıyor. Tüketiciler çok ciddi ekonomik sıkıntılara, pandemi ve terör bilinmezliğine rağmen hala perakende noktalarına, alışveriş merkezlerine hücum etmeye devam ediyorlar. Öğrencilere bakıyorum, hibrit eğitim modellerine rağmen üniversite sıralarındaki, kantinlerindeki yerlerini hoplaya zıplaya almaya koyulmuş durumdalar. Üstüne üstlük özel üniversitelerde dahi kesin kayıt oranlarında patlamalar yaşanıyor. Hiç şüphesiz evden çalışma modelinde, telekonferans toplantılarında karar kılmış bir sürü şirket ve çalışan da var artık. Ancak şehirler kesinlikle hayalet mayalet değil. Buna mukabil megakentleşmeye dair bir yayılım durumu söz konusu. Evet, internet üzerinden video-konferans yapmak görece çok daha kolay ve az masraflı ancak çoğu insan bilgisayar ya da telefon ekranları üzerinden altta pijama üstte fistan biteviye kuru kuruya film çevirmeye çok da gönüllü değil; yüz yüze iletişimi, komple süslenmeyi, bir yerlere yetişip bir şeylere kavuşmayı özlüyor tercih ediyor. Elbette internet medya peysajını enikonu dönüştürmüş durumda; gel gör ki televizyon, sokak alışverişi, radyo, kanlı canlı tiyatro, konser, cadde buluşmaları, sokak tünemeleri, vapur sefaları, sahil voltaları yerli yerinde ve pek de silinecek gibi durmuyor.

Mağara İnsanı İlkesi

Peki neden bu öngörüler bütün elverişliliğe rağmen tam anlamıyla cisimlenemedi? Evrimsel psikolog Hank Davis’e göre tüm bu ileri teknolojiler ve onların sağladığı kolaylık ve mantıklı çözümler hala ilkel beynimizde sıkı sıkıya bağlı olduğumuz mağara kafasının vetosuna tabi. Genetik ve fosil kanıtlar, bire bir bugünkü bize benzeyen modern insanın 100.000 yıldan fazla bir zaman önce Afrika’dan yola koyulduğuna işaret ediyor. Gelin görün ki beyinlerimiz ve kişiliklerimizin o fi tarihinden beri çokça değiştiğine dair herhangi bir kanıt mevcut değil. O zamanlarda yaşamış olan birini alıp buraya getirip bir güzel çitileyip tıraşını saçını başını halletmek suretiyle entarisini giydirip plazalardan birine konuşlandırsanız, CFO Sinan Bey ya da HR’dan Mehveş hanımdan fiziksel olarak hiçbir farkı olmaz. Diyeceğim o ki isteklerimiz, düşlerimiz, kişiliklerimiz ve hatta arzularımız da muhtemelen 100.000 yılda çok da radikal değişimler geçirmiş durumda değil. Ve yine pek muhtemeldir ki hala mağara insanı atalarımız gibi düşünüyoruz öyle ya da böyle.

Velhasıl kelam, ne zaman ufukta modern teknolojiyle atalarımızın ilkel arzuları arasında bir çelişki ortaya çıksa, sonunda kazanan yine bu ilkel arzular oluyor. İşte yoldaşlar tam da bu yüzden, mağara mitolojisinin temel ilkesi hala yürürlükte gibi görünüyor. Örneğin, mağara insanının daima “avın kanıtı” peşinde olduğunu biliyoruz, zira sadece sözde kalacak bir “av böbürlenmesi” atalarımızı da kesmiyordu. Avcı beylerin sırtlarında taze taze avlanmış hayvanlarıyla kapıya dayanmaları her zaman lakırdıdan, soyut anlatıdan yeğ tutulurdu. Aynı şekilde hala mesele dosya, kağıt, fatura, ders kitabı, sınav, sözleşme, ıslak imza, evrak olduğunda hala matbu belgeyi tercih ediyoruz. Hala içgüdüsel olarak bilgisayar ekranında uçuşan piksellere güvenmiyoruz, hiç de gereksinim duyulmamasına rağmen çıktılarımızı alıyoruz, raporlamalarımızı dosyalıyoruz. O yüzden de “kağıtsız kuyutsuz” ofis ülküsü hala vücuda gelemedi.

Keza, mağaradaki atalarımız için yüz yüze iletişim elzemdi; böylelikle başkalarıyla bağ(lantı) kurabiliyorlar, sakladıkları duyguları okuyabiliyorlardı. Ayna nöronlarıyla empati duygusu bu doğrultuda gelişti muhtemelen. İnsansız şehir bu yüzden olmaz, olamaz. Eninde sonunda bir yöneticinin çalışanlarını tartması, bir öğretmenin öğrencilerini değerlendirmesi gerekecektir. Bunu salt online yapmak hem doğru olmaz hem de çok güç bir karardır. İnsanları yakından gözleyerek, izleyerek, daha güçlü bir bağ(lantı) kurarız, beden dillerini okuyarak daha bütüncül bir kanıya varırız. Tıpkı atalarımızın konuşmayı geliştirmeden on binlerce yıl öncesinde yapmış oldukları gibi beden dili üzerinden düşüncelerini ve duygularını aktarmış oldukları gibi. En sevdiğiniz ünlünün, oyuncunun internetten istediğiniz fotoğrafını indirip saatlerce bakabilirsiniz ancak gerçek sahne üzerinde o drama ya da müzik performansını sergilerken hissettiklerinizi asla duyumsayamazsınız. İndirmek yetmez. İnsan feci şekilde duyusal bir varlıktır.

HİGH-TECH’DEN ZİYADE HİGH-TOUCH

Fi tarihli atalarımız tavatürdense olan biteni düpedüz deneyimleme odaklı sapienslerdendi. Yılkıda ayakta kalabilmenin yegane koşulu gerçek fiziksel kanıttan geçiyordu. Bundan belki iki yüz yıl sonra da canlı drama izleyip, bir iki kelime dahi olsa hasbıhal etmek için ünlülerin peşinden koşuyor olmamız çok mümkün görünüyor. Çünkü bu fi tarihli geçmişimizden bizlere kalan kallavi bir miras.

Ayrıca şu da var; biz avcıların çocuklarıyız. Ekran karşısında saatlerce oturup başkalarını izlemeye bayılırız; ancak bir başkası bizi izlediğinde hemen rahatsız olup gerginleşebiliriz. Hatta araştırmalara göre dört saniye süresince bir yabancı tarafından izlendiğimizi hissettiğimizde hemen geriliyoruz; bu izleme on saniye kadar sürdüğünde ise iyice huysuzlanıp saldırganlaşabiliyoruz.

Kendi mesleğim çerçevesinden biraz daha yakından baktığımda ise gördüğüm şu: Öğrenciler online dersler alıyorlar pekala. Ancak yine de kampüsler öğrenci kaynıyor. Sadece yoklama alındığı için değil, hocalarıyla ve arkadaşlarıyla bire birde görüşmek kendilerini daha güvende hissetmelerini sağlıyor. Böylelikle hocalarının ya da arkadaşlarının bireysel olarak dikkatini cezbettiklerini, varlık gösterdiklerini düşünüyorlar, sorularına bire birde yanıt aldıklarında başarı oranlarının daha yüksek olacağını, riskin indirgeneceğini hissediyorlar. Ve hiç şüphesiz aynı zamanda online bir diplomadansa, mezuniyet coşkusunu ve başarısını fiziksel kepleriyle, cüppeleriyle, ellerinde salladıkları diplomalarıyla daha derinden bir huşuyla duyumsuyorlar. Yarın öbür gün bir iş başvurusunda bulunacakları zaman bu fiziksellik onlara daha ayakları yere basan bir güç veriyor her ne kadar bire bir garanti vermese de. Dokunmak, bakmak, görmek, ölçüp biçmek, düşlerin bizzat peşinden kovalamak, çabalamak, avlanmak çok daha hayatta kalma güdüsüyle doğru orantılı çünkü.

Velhasıl yüksek teknolojiyle yüksek duyusallık arasındaki bu mücadele tüm hızıyla devam edecektir. Sandalyemize kurulup ekrana bakmakla, etrafımızda bizi çevreleyen şeylere uzanıp dokunmak hep bizimle olacak. Bu mücadelede her ikisini de deneyimlemek isteyeceğiz. Ancak günün sonunda muhtemelen sabit bir tercih yapmamız istense mağaradaki atalarımız gibi Yüksek Dokunuş’ta nihai kararı kılacağız.

Belki de en önemlisi eğlence isteğimiz katlanarak artacak. Her ne kadar kimi zaman bunu tüm püriten duygularımızla kabul etmesek de kültürün en baskın bileşenlerinden biri eğlencedir. Avlanma sonrası, başarı sarhoşu şen atalarımıza bir rehavet çöker ve eğlenmeye koyulurlardı. Bu hem kenetlenmek açısında önem taşır hem de birilerinin kabile içerisindeki konumunu güçlendirmek açısından bir imleç işlevi görürdü. Eğlencenin ana lokomotifi olan dans etme ve şarkı söyleme edimlerinin hayvanlar aleminde de partnere kur, güç ve zindelik gösterisi olarak arzı endam edilmesi de bununla pek ilintili.

Benzer bir biçimde sanatın icra edilmesi de yalnızca keyif almak ve vermek için değil aynı zamanda çoğu bilgiyi sembolik biçimde işleyen beynimizin evrimi açısından da önemli bir deneyimdi. Yani temel kişilik yapı taşlarımız genetik olarak değiştirilmedikçe, eğlencenin, hasbıhalin, kaynaşmanın, toplumsal iletişim ağları geliştirmenin de gelecekte silineceği bir tarafa, daha da şahlanacağı gibi bir durum söz konusu kanımca.

Bir de tüm bunların üzerinde işleyen bir günümüz üst anlatısı olarak bilimin iki tarafı keskin bir bıçak olduğunu hep hatırlamak gerek. Bilim çok değerli çözümler getirirken bir yandan da bir sürü sorunu da bizzat yaratıyor Blade Runner (Bıçak Sırtı) yazımda hayıflanmış olduğum gibi. Bugün birbiriyle dalaş içinde olan iki eğilimle karşı karşıyayız: bir yanda çok para etmeyen hoşgörülü, bilimsel ve müreffeh bir dünya uygarlığı, öte yanda asıl paranın ve pisliğin döndüğü, cehaleti kutsayan ve toplumu iliklerine kadar lime lime eden aymazlar düzenbazlığı. Öyle ki hala atalarımızdan miras sekter, köktenci ve akıldışı birçok tutkuyu barındırıyoruz ancak bunların üzerine bir de nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar da eklenmiş durumda.

Gelecekte, doğanın dansının edilgen gözlemciliğinden, doğanın koreografisine, oradan doğanın efendiliğine ve nihayetinde doğanın muhafızlığına doğru gerçekleşecek dönüşümün aktörleri olabilecek miyiz bakalım. Yoksa doğa meseleyi kökten kendisi mi halledecek? Ne olursa olsun mağaralar hep burada olacak.