Yaşlılığa ve Yalnızlığa Dair Bir Mektup
"İnsanın gönül tellerini sızlatan bu mektubun alıcısı yok…"
Bir süreden beri eğitim verdiğim kurumda, her yaş ve meslek gurubundan katılımcı var. Hem bana, hem onlara göre dersler verimli geçiyor, kendilerini ifade etme ve anlatma imkanı buluyorlar, sorunlar ve sorular masaya yatırılıyor, ilişkiler ve ilgisizlikler örnekleriyle tartışılıyor, ortak paydalarda buluşuluyor, çözüm yolları aranıyor, yazım teknikleri anlatılıyor, özetle sürenin nasıl geçtiği belli olmadan dersler akıcı ve pozitif geçiyor…
Yani farklı meslek gruplarından gelen, anlatacakları ve anıları çok olan, hala çalıştığı için emeklilik hayalleri de kuran, seyahat planları yapan, ülkenin derdini dert edinen katılımcılarla zaman su gibi akıyor…
Geçenlerde uzun süredir tedavülden kalkan mektup yazma konusunu tartıştığımızda ortaya ne anılar ne örnekler döküldü anlatmam çok zor. Dersin bitimine doğru “gelecek derste herkes istediği birine mektup yazsın, içindekileri boşaltsın dedim, bunu bir ev ödevi sayın!” diye de ilave ettim. İyi ki de etmişim, bir hafta sonra önüme bir mektup konuldu, okudum, paylaşmadan geçmek haksızlık olurdu. Adresi de alıcısı da belli olmayan mektup acaba herkesi, hepimizi, kapsamıyor mu? Kararı ve yorumu okuyanlara bırakarak aradan çekiliyor, sözü muhatabı belli olmayan mektuba bırakıyorum:
İnsanın gönül tellerini sızlatan bu mektubun alıcısı yok…
“Merhaba!
Bu mektubun alıcısı yok, çünkü mektubumda yaşlılığın ve yalnızlığın iç acıtan, üzen, yoran, dokunaklı yanlarının tasvirini yapmak istiyorum.
Eşim yok, yalnız yaşıyorum. Bana sadık köpeğim eşlik ediyor. Günlerim sakin, tek düze, rutin, iletişimsiz ve çok sınırlı geçiyor. Ve tüm bunlar bana sinirlilik, uykusuzluk, mutsuzluk olarak geri dönüyor. Oğlumla ilişkilerim son derece kısıtlı ve karmaşık. Her ikimizin içinde de yıllar içinde biriken ve söylenmeyen sözler, geçmişin yaraları sıkışıp kalmış. O benden köpeğimden vazgeçmemi istiyor, ben ona köpeğim benim hayatla son bağım diyorum, kararlarımı hala kendim verebilirim diyorum. Tartışma uzuyor…
Telefonla görüştüğüm dostlarım çok azaldı, akrabalar zaten aramıyor. Bu da yaşlıların toplum içinde nasıl görünmez hale geldiğine ilişkin bir işaret değil mi? Sağlıklı ve gençken; “Yemek yap gelelim, dışarıda ağırla toplanalım!” diyenler artık yok…
Yalnızlıkla başa çıkmak, kaçıp giden, kayıp giden, yakınları özlemek, ağızdan çıkan sözlerin yanlış anlamalara ve uzaklaşmalara neden olduğunu görüp üzülmek, sıradan ayrıntılara sığınmak, anılara tutunmak, sıcak ve şefkat dolu günleri özlemek, içsel yolculuğa dalmak melankolik bir ruh hali yaratmıyor dersem yalan olur.
Keşke yakınlarımız, toplum, bizi daha iyi anlasa, bizlerle daha derin bağlar kurabilse, yaşam döngüsünün hızına olmasa da tadına vardırsa, dostluk ve sosyal bağlarımızı güçlendirerek yalnızlığın yükünü hafifletse.
Keşke yaşamın sonlarına yaklaşırken; geçmişin kayıplarını daha az düşünerek, yaşlılıkla yatıp, yalnızlıkla kalktığımız bu günlerde göz ardı edilenler ve gözden çıkarılanlar olarak toplum bizi görebilse, anlamaya çalışsa daha mutlu yaşar, günü geldiğinde de çeker gideriz, sessiz ve sitemsiz….”
Y.N: Özetle yaşlılığın ve yalnızlığın çok dokunaklı bir özeti ve tanımı olan bu mektubu kursiyer hanımefendi masama bıraktığında merak ettim, açmaya çalıştığımda “sonra okursunuz!” dedi. Okuduğumda yer yer şaşırdım, yer yer empati kurdum, çoğu kez hüzünlendim, bazen hayal kırıklığına uğradım, ne çok ortak payda barındırdığını düşünerek ve mektup sahibinden izin alarak sizlerle paylaşmak istedim.