Milliyetçilik hangi derde deva olmuş?

Yeni Osmanlıcık gibi yayılmacı hayaller son dönemde yerini tarihsel ve kullanışlı “beka” söylemine bıraktı. İktidar ve ortakları uzunca zamandır bu kaygıyı körükleyerek iktidarda kalmaya çalışıyor. Milliyetçiliğin bu hali iktidarın sığındığı son liman da denilebilir.

İnsanlık tarihinin son iki yüz yılının ürünü olan “milliyetçilik” kısa tarihimizin her dönemin tartışma konusu, birçok araştırmanın ve akademik çalışmanın yoğun ilgi alanı olmuş. Son günlerde gündemin üst başlıklarına tırmandı, milliyetçilikle ilgili yazılıyor, konuşuluyor. Ülkü Ocakları eski genel başkanının bir cinayete kurban gitmesi ve cinayetin izlerinin kendi camiasının sahasında belirgin hale gelmesi bu tartışmanın hararetlenmesine neden oldu.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de milliyetçilikten ziyade milliyetçiliklerden söz etmek daha isabetli olacaktır. Resmi milliyetçilik ya da Atatürk milliyetçiliği, ırkçı milliyetçilik, muhafazakâr milliyetçilik, liberal milliyetçilik, sol Kemalist milliyetçilik gibi çeşitli başlıklarda milliyetçilik tartışılagelmiş.

Ele aldığımız tarihsel zamana göre milliyetçiliğe dair tartıştığımız alt başlık farklı olabilir. Mesela resmi milliyetçilik anlayışı bir vasata sabitlenmiş değildir. 1930’lu yılların, 1950’li yılların, 60’ların ve 1980 sonrasında resmi milliyetçilik dönüşümlere uğrayarak bugünlere gelmiş.

Diğer yandan aralarında pek çok ince ayrım bulunan milliyetçilikler tarihsel süreç içinde kesişim ve gerilim noktalarıyla, zaman zaman yakınlaşarak, zaman zaman da farklılaşarak bugünlere gelmişlerdir.

Milliyetçilik ve milliyetçilikler siyasetin, tarihin, sosyolojinin, edebiyatın konusu olarak tartışılmaya devam edecek. Benim değinmek istediğim milliyetçiliğin eleştiriden vareste tutulması. Sosyalistlerin ekseriyeti dışında siyaset yelpazesinin hemen hepsi en doğru milliyetçilik anlayışının kendilerinde olduğunu söylüyor.

MHP; milliyetçiliğin esas sahibi olarak kendisini görüyor. AKP yirmi yılı aşan iktidarı boyunca farklı milliyetçilik anlayışlarıyla yürüdü ve son döneminde “tek bayrak, tek vatan, tek millet” sloganıyla hareket etti ve MHP’yle aynı çizgide buluştu. Kemal Kılıçdaroğlu “bir numaralı ülkücü ve milliyetçi” benim diyebiliyor, gerçek milliyetçiliğin ne olduğuna dair sık sık vurgular yapıyor. Meral Akşener “Milliyetçilik ne bir parti aidiyetidir, ne de bir damgadır. Milliyetçilik, kendi vatanına, kendi toprağına kazandırmaktır. Milliyetçilik, fikirleri aksiyona dönüştürmekten geçer.” gibi cümlelerle milliyetçiliği tarif ediyor. Ali Babacan "Milliyetçilik bu ülkenin her bir vatandaşını aynı samimiyetle kucaklayabilmektir." diyor. Ahmet Davutoğlu "Biz her yerde al bayrağı dalgalandırıyoruz, kimse bizimle milliyetçilik yarışı yapmasın." diyerek milliyetçiliklerinin sorgulanamayacağını anlatıyor.

Kısacası siyasetin geneli milliyetçiliğe sahip çıkıyor, kendisini milliyetçiliğin adresi olarak gösteriyor. Gündelik hayatta da çok karşılaşırız, milliyetçilik genellikle ülke sevmek, milletini sevmek olarak algılanır. Gerçekten böyle midir? Bir ülkeyi sevmek için, içinden çıktığın, birlikte yaşadığın halkı sevmek için milliyetçi olmak mı gerekir? Ya da ülkemizin sorunlarının çözümü ve güzel bir geleceğe ulaşabilmemiz için milliyetçilik olmazsa olmaz mıdır?

Peki, milliyetçilik geçmişimizde ülkemizin, halkın hangi sorununu çözmüş, hangi derde deva olmuştur. Acaba sorunlarımızın temel kaynaklarından biri olabilir mi? Biraz geçmişe biraz da geleceğe bakmaya çalışalım.

MİLLİYETÇİLİK TARİHİMİZE KÜÇÜK BİR DEĞİNME

Bizde milliyetçilik batı Avrupa milliyetçiliklerine göre oldukça geç gelişmiştir. Fikir akımı olarak ortaya çıkma sürecinde imparatorluk dağılma sürecindedir. Dağılma, bağımsızlığı yitirme endişeleri en nihayetinde gerçeğe dönüşmüştür. Osmanlıdan bir bir kopan ulus devletlere karşı tepkisellik Balkan Savaşlarıyla travma, öfke ve kin gibi duyguların yerleşmesini sağlamıştır. Yenilgilerle, toprak kayıplarıyla, “ihanete uğrama” duygusuyla harmanlanmış pozitif ve kurucu yönü baştan zayıf kalmış bir milliyetçiliktir Türk milliyetçiliği.

Tarih kitaplarında okuduğumuz, imparatorluğu kurtarma fikriyle gelişen Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık gibi akımlarla yan yana yazılsa da hepsinden daha geç gelişir. 19. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı ve Rusya topraklarında yaşayan Türkçü aydınlar tarafından politik fikir düzlemine taşınır. Ahmet Vefik Paşa, Ali Suavi, Şemsettin Sami, Gaspıralı İsmail, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi isimler Türk milliyetçiliğinin kurumsallaşmasının en önemli isimleridir.

Milliyetçiliğin aydınların hareketi olmaktan çıkması ve siyasetin belirleyeni olması Osmanlı’nın son döneminin iktidar sahibi İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle mümkün olur. 1912 yılında Türk Ocağı’nın kurulması Türkçülüğün politik olarak yayılması için önemli bir adımdır. İttihat ve Terakki Cemiyeti ocağı üyesi Ziya Gökalp aracılığıyla denetimi altına almaya çalışır ama esasında olan ocağın İTC’yi ideolojik olarak hegemonya altına almıştır. Türkçü söylem gün gün baskın hale gelir, emperyalist ve Turancı hayaller İTC fikriyatında hâkim hale gelir. Türkçülük büyük oranda artık bir devlet ideolojisidir. Hala süren yenilgilerin ve toprak kayıplarının telafisi bütün Türkleri birleştirmek, sermayeyi, Anadolu’yu Türkleştirmektir.

İTC hem kendi sonunu hem de Osmanlının kaçınılmaz sonunu 1. Dünya Savaşı’na giriş, Ermeni Tehciri, Sarıkamış Faciası, milyonlarca insanın cephelerde hayatını kaybetmesi ağır sonuçları olan adımlarla getirir.

“Beka davası”, “dış düşmanlar”, “iç düşmanlar” algı ve söylemleriyle bezeli milliyetçiliğimiz bu özelliklerini ilk zamanlarından miras alarak bugüne gelene kadar sürekli güncellemiştir.

1. Dünya Savaşı sonrasında Mondros Mütarekesiyle elde kalan Anadolu toprakları işgale açık hale gelmiş, emperyalistlerin teşvikiyle Yunanistan işgal hareketine girişmiş ve Sevr’le ülke toprakları tamamen pay edilmek istenmiştir. Kurtuluş Savaşı sürecindeki “millet” tanımının “Türk”ten ziyade Müslüman olan herkesi ifade ettiği aşikârdır.

Cumhuriyetin kurucu ideolojisi olarak milliyetçilik milli devletin, ulus yaratmanın en önemli harcı olarak işlev görür. Ülke topraklarında yaşayan herkes vatandaş kabul edilir ama “Türk” kimliği dışındaki halkların varlığı kabul görmez. Laiklik ilkesi hayata geçirilir ama bununla aynı anda Sünni inancın devlet katında muteber olduğu, Aleviliğin makbul görünmediği barizdir. Resmi ideoloji modern yurttaşlığa geçme amacıyla çeşitli zorlama teorilerde ısrar etme arasında fazlaca gider gelir. Bir yandan Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi sonrasında pek sahiplenmeyen işlere imza atılır, diğer yandan da modern yurttaşlığa geçmenin temel pek çok adımı atılır. Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç gibi isimler de, Şükrü Saraçoğlu, Recep Peker gibi isimler de aynı dönemin farklı yüzleridir.

Bu süreçte ırkçı milliyetçilik resmi ideolojiyle arayı bozmadan, onun gölgesinde palazlanmaya çalışır. Hitler Almanyası’nın yükselişi ve Ankara’nın Almanya’ya yakınlaşması elverişli bir iklim yaratır. Faşizmin yenilgisi ırkçıların devlet katında marjinal görülmeye başlanmasına, ötelenmesine neden olur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında patlak veren sorunlar ve Kürt İsyanları, Dersim İsyanı gibi meseleler milliyetçi politikalarla bertaraf edilmiştir.

SOĞUK SAVAŞ YILLARINDA MİLLİYETÇİLİK

1945 yılındaki Tan Baskını ise emperyalist blokta yer almaya çalışırken milliyetçiliğin bu konuda ne kadar işlevsel olduğunu gösteren ilk adımlardan biridir. Daha sonra farklı siyasal kanatlarda yer alacak pek çok isim baskında vardır ve ortak duyguları milliyetçiliktir.

Yine Osmanlı döneminin sonlarından cumhuriyete miras kalmış “ekonominin Türkleştirilmesi” politikasının motivasyon kaynağı ve tutkalı milliyetçiliktir. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül pogromu gibi devlet politikaları bu politikanın ortaya çıkarttığı işlerdir.

Milliyetçilik soğuk savaş yıllarında egemenler açısından çok kullanışlı bir ideoloji haline gelir. 6-7 Eylül’ün de provokasyona gerekçesi olan Kıbrıs meselesi 50’li yıllar sonrasında milliyetçiliğin temel argümanlarından birisidir. 1948 yılında çıkmaya başlayan Hürriyet’in “Türkiye Türklerindir” logosu bu açıdan anlamlıdır. Antikomünist siyaset milliyetçi bir histeriyle şekillenir, soy Türkçü eğilimler tasfiye edilerek milliyetçilik dincilikle harmanlanır. Bu milliyetçiliğin, İslamcılığın, muhafazakârlığın hâsılı bütün sağın antikomünist temelde hizalanması ve kitleselleşebilmesi için gereklidir.

60’lı ve 70’li yıllarda Kemalist milliyetçilik de kendi çizgisinde ilerledi. Kemalizm’in antiemperyalist yönüne vurgu yapan bu çizgi, küçük burjuva aydınlarda ve ordu içerisinde kendisine yer buldu. Kendisini 60 sonrasında “ortanın solunda” tarif eden CHP; Kemalist milliyetçilikle, milliyetçiliğin sağ yorumu arasında gidip geldi. Kıbrıs meselesi gibi meselelerde sağla benzer tutum aldı. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı CHP-MSP koalisyonunda gerçekleşti ve iki parti de sonraki seçimlerde “Kıbrıs başarısını” kendi başarısı olarak benzer argümanlarla anlattılar.

70’li yıllar sonrası milliyetçilik düzen içi bütün siyasi güçlerin ortak kesenidir. Ama MHP milliyetçiliği tekelleştirme konusunda bir adım öne çıkar. Dolayısıyla ülkücü milliyetçilik sola karşı yürütülen savaşın vurucu gücüdür. Hedefinde ise CHP dahil olmak üzerinde solunda göründüğü herkes vardır. 1980 öncesi milliyetçi ülkücülerin katlettikleri yalnızca devrimciler değildir, pek çok CHP’li bu katliamların hedefi olmuştur. Kılıçdaroğlu’nun ülkücülüğe dair sarf ettiği sözler için Rıdvan Akar’ın geçtiğimiz gün yayınlanan yazısını görmemiş olan varsa okumasını öneririm.[i]

12 Eylül darbesi bir süreliğine milliyetçiliği askeri faşist rejimin tekeline aldı. Resmi ideoloji elden geçirilerek güncellenen Türk İslam Sentezi tüm toplumsal yapıyı teslim almak için yukardan aşağı biçimde pompalandı. Rejim yine hemen her cümleye Atatürk’le başlıyor, her türlü faşist ve gerici politika Atatürkçülük maskesi takılarak uygulamaya konuluyordu.

1990’LARDA YÜKSELEN MİLLİYETÇİLİK

1990’lı yıllar dünyada milliyetçiliklerin yükseldiği bir dönemdir. Soğuk savaş sona ermiş, reel sosyalizm yıkılmıştır. Sovyetlerin yanı sıra Yugoslavya gibi ülkelerde rejimin çökmesi yerel milliyetçilikleri hortlattı. Bedel ise ağırdı, Avrupa’nın göbeğinde, BM ve NATO’nun gözetiminde gerçekleşen katliamlar…

1990’lı yıllarda Türk milliyetçiliğini besleyen birkaç damar vardı. Bunlardan biri Sovyetlerden kopmuş olan Türk Cumhuriyetleriydi. Türkçü Turancı tezlerin, “dış Türkler” söyleminin gerçekçi olmadığı bu ülkelerin Türkiye’ye “abilik” görevi biçmedikleri anlaşıldığında ortaya çıkıyordu.

Diğer bir konu Özal siyasetinin Körfez Savaşı’yla ortaya koyduğu bölgesel güç olma hayalleriydi. Uzun zamandır görülmeyen emperyalist hülyalar 90’ların başında Özal tarafından ülkenin önüne koyulmak isteniyordu.

Elbette hepsinden daha çok milliyetçiliğin 80 sonrası beslendiği temel konu Kürt meselesi oldu. Resmi ideoloji kendisini Kürt meselesine göre yeniden şekillendirdi. Milliyetçilik günlük hayatın her ayrıntısında yerleştirilmeye başlandı. Her yana asılan dev bayraklar, dağlara yazılan yazılar, rozetler, şarkılar milliyetçiliğin aynı zamanda poplaştırıldığını gösteriyordu. MHP tıpkı 80 öncesinde olduğu gibi sola saldırı “görevini” sürdürdü. Ama diğer yandan da 2000’li yıllara doğru tarihinin en yüksek oyunu alarak kendi sınırlarını aşıyor, kitle partisi formuna erişiyordu.

Böyle bir ortamda Kürt meselesinin çözülmesi emaresinin belirmesine dahi izin verilmiyordu. Binlerce kişinin ölmesi, faili meçhuller, ağır baskı koşulları, HEP-SHP seçim ittifakı ve sonrasında Kürt milletvekillerinin meclisten yaka paça çıkartılıp tutuklanması, senelerce hapis yatmaları böyle bir iklimin sonucuydu.

Bununla birlikte rejim açısından milliyetçilik, 80’li ve 90’lı yıllarda neoliberal yıkım karşısında muazzam bir rıza üretim ideolojisi olarak işlevini yerine getiriyordu.

AKP milliyetçiliğin çeşitli versiyonlarını bünyesinde taşıyan bir parti olarak ilk iktidar yıllarında pozitif bir milliyetçi söylem tutturmaya çalıştı. İktidarının son döneminde ise MHP çizgisine paralel bir milliyetçi çizgiye kendisini sabitledi. Yeni Osmanlıcık gibi yayılmacı hayaller son dönemde yerini tarihsel ve kullanışlı “beka” söylemine bıraktı. İktidar ve ortakları uzunca zamandır bu kaygıyı körükleyerek iktidarda kalmaya çalışıyor. Milliyetçiliğin bu hali iktidarın sığındığı son liman da denilebilir. Egemenler rejimin salahiyeti açısından dış düşmanlar, iç düşmanlar ve hainler söylemini kullanıyor, toplumsal kutuplaşmayı yaratabilmek için milliyetçiliği devreye sokuyorlardı. Bu kez tek parti iktidarı ve ortakları iktidarda kalmak için milliyetçiliğin bütün enerjisinden yararlanmaya çalışıyor.

SORUNLARIMIZI MİLLİYETÇİLİKLE ÇÖZEBİLİR MİYİZ?

Sonuç itibariyle kimsenin toz konduramadığı ve kimseye bırakmak istemediği milliyetçilik dünyada ve ülkemizde çok sınırlı tarihsel aralıklar dışında insanlığın hangi sorununu çözmüştür? Ya da pek çok sorunun, halklar arasındaki düşmanlığın, toplumsal kutuplaşmanın sebebi, sisteme rıza göstermenin aracı milliyetçilik değil midir?

Milliyetçilik çöken ülke ekonomisini ayağa kaldırmak için, işsizliğin çözümünde, köle gibi çalışmaya karşı ne vadetmektedir. Emperyalist tahakkümün karşısında ülkemizin siyasal bağımsızlığı milliyetçilikle kazanılır? Milliyetçilikle emperyalizm arasında doğrudan ilişki inkar edilebilir mi?

Mesela yayılmacı milliyetçi bir dış politika en başta komşularımızla kurmamız gereken bir barış siyasetine katkı koyar mı? Kürt sorunu milliyetçi politikalarla çözülebilir mi?

Soruları çoğaltabiliriz ve emin olabiliriz milliyetçilik insanlığa ve ülkemize olumlu hiçbir şey vadetmiyor.

Yaşadığımız ülkeyi sevmenin, içinden çıktığımız halkı, milleti sevmenin şartı milliyetçi olmak değildir. Hatta tam tersidir ama yazıyı daha fazla uzatmamak için burada bitireyim. Ülkeyi, halkı, insanları sevmenin şartları neler olabilir bunu da başka bir zaman konuşuruz.


[i] https://www.gercekgundem.com/yazarlar/ridvan-akar/chp-ulkucu-olabilir-mi-407481

Etiketler
Muş Osmanlı