Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi’nden Gözlemler: Dörtlü ülke, altılı masa, sekizli yemek takımı, ilk on bir…

Dörtlü ülke bir altılı masa felaketi yaşayan ülkemiz muhaliflerine “her şeye rağmen kuyruk nasıl dik tutulur” ve “ayrılıklar ortak hedef uğruna nasıl idare edilir” konusunda ilham kaynağı olabilir. Şimdi değilse bile yakın bir gelecekte buna ihtiyaç duyulabilir.

Bu aralar ne zaman bir yazıya başlasam aklıma Amerikan Başkanı Lyndon B. Johnson geliyor. Bu arkadaş 1963-69 yılları arasında başkanlık yaptı. Kendine ait sürede hem insan hakları ve azınlık hakları için uğraşmış hem de Vietnam Savaşı’nı tırmandırmıştır. Bunları eş zamanlı yaparak “iyi şeyler de yapmış bir pislik” olarak zihnimde yer almaktadır. Tabii öldüğü için bunu uluorta söylemek istemem.

Johnson’ın hayatta en gurur duyduğu şey ise Jumbo’dur. Jumbo aslında bir uzvuna taktığı lakaptır. Jumbo’yu sergilemek amaçlı olarak Beyaz Saray’da arada bir çırılçıplak toplantı yaptığı, bir keresinde halka açık alanda Jumbo’yu çıkartıp korumasının ayağına işediği ve bunun koruması için bir ayrıcalık olduğunu söylediği bir sır değil.

İşte bu arkadaşımız, bazı toplantılarını yapmak için ofisindeki tuvalete bir telefon hattı çektirtmiştir. Sorun şu ki, bu toplantılarda yanında en az üst düzey görevli en az iki kişi daha bulunmaktadır. Jumbo’nun ortaya salınmasıyla bu toplantılar en az dördü arasında yapılmaktadır. Kısacası hacet giderme seansında bir taşla üç kuş vurmaktadır: Hem içindeki pisliklerden kurtuluyor hem Jumbo’yu dosta düşmana gösteriyor hem de ülkesini ve bazen tüm dünyayı etkileyecek kararlar alıyor.

Bu arada, yazıyı yazarken aklıma bu arkadaşın gelmesinin halihazırda evin hangi odasında olduğumla bir ilgisi yok tabii. Silin o fikri aklınızdan! Mutfaktaki yemek masasında yazıyorum ve iki elimde masanın üstünde. Vallahi!... Yeminle!.. Bak, Allah’ın adını verdim!...

Tekrar konuya dönecek olursam, hiçbir şey karşımıza her yönüyle makul, mantıklı ve içimize sinecek şekilde gelmiyor. Her dakika önümüzdeki çanağa karışık kuruyemiş konuyor. Sevdiklerimiz, sevmediklerimiz ve hatta alerjik olduklarımız bir arada. Düşünün, adam Amerika Başkanı olmuş ama teşhirci, ırkçılık karşıtı ama Vietnam Savaşı’nı sürdürüyor, iki kız babası yaşını başını almış eğitimli biri ama hacetini giderirken etrafına insan toplayan bir manyak.

Bu gerçek Türkiye’deki seçimlerde kurulan ittifaklarda da karşımıza çıktı. “Reyiz’e bayılıyorum ama Hüdapar yakıştı mı şimdi?”, “Kılışlar iyi adam ama o Meral yok mu, ne anasının gözüüü!”, “TİP’teki dört milletvekilinin dediği her şeyin altına imzamı atarım ama HDP’liler terörik!”. Böyle böyle devam ediyor. Hiçbir şey tam anlamıyla içimize sinmiyor. Bu gibi durumlarda Türkiye’de en çok kullanılan (özsüz) sözü tekrarlamak lazım: “Çok da şey etmemek lazım.”

Ben de çok da şey etmemek için başka konular yazacaktım. Kayıtlara geçmesi açısından söylüyorum; bu yazıya ilk önce “Çocuk da yaparım, bariyer de” başlığını koymuştum. Aklımca, Türkiye’deki kadın hareketinin gün geçtikçe nasıl daha organize ve daha etkili bir muhalefete dönüştüğünü yazacaktım. Sonra, medyada kadınlarla ilgili her türlü ahkamı kesen birçok cinsdaşıma (hemcins dememek için bu sözcüğü uydurdum. Türk dil dünyasına armağan ediyorum. Bir şey değil.) bakıp utandım. Dedim ki, “Cart curt edeceğine mücadelenin gerçek kahramanlarını, emekçilerini dinlemeye, anlamaya ve arkada kalarak onlara destek vermeye yoğunlaş.” İyi demiş miyim?

Unutmadan… Aranızda yazdığımı ciddiye alıp kayıtlara geçiren birisi varsa bana özelden yazsın. Ona süper bir terapist önereceğim.

Ben sadede gelene kadar sadet mekânı terk etti, farkındayım. Metin Solmaz bu yazıyı okusa hakkımda boş laf etmekten dava açar. Kendisi yeri geldi mi nezaketiyle adam dövebilen biridir. Dayağını yemişliğim var, bilirim. Bu yüzden, aranızda onu tanıyan birileri varsa, yazıyı bir sonraki paragraftan başlayarak okumasını sağlayın. Yoksa incinebilirim.

************

Ben İngiltere’de yaşıyorum. Birleşik Krallık içindeki İngiltere’de. Buralar hakkında konuşuldu mu insanların aklına hemen bazı imgeler, simgeler gelir. Aslında bunların çoğu sadece ve sadece Londra’ya aittir: Big Ben, Kraliçe (ki uzundur ortada yok, ne oldu acaba?), kırmızı otobüsler, kırmızı telefon kulübeleri, Hyde Park, siyah tek tip taksiler, falan. Arada bir de elinde şemsiyesi ve kafasında siyah melon şapkasıyla ortalıkta dolanan takım elbiseli “İngiliz centilmenleri” (Nesli hızla tükenen bu tür, Londra’da bile Birleşmiş Milletler Koruma Programı’na alındı.)

Ben Londra’dan bıkıp güneye, deniz kenarına yerleşen tayfadanım. Güney deyince aklınıza güneşli bir yer gelmesin. Bodrum, Marmaris falan tarzı bir tatil beldesi hiç gelmesin. Yaşadığım Southampton şehri Brüksel’le aynı enlemde. Burada -asrın liderinin dediği gibi- açlıktan ağaç kabuklarını kemirmekten arta kalan zamanımızda soğuktan donuyoruz.

Taşınalı 12 yıl oldu ve her geçen gün kendimi daha çok evimde gibi hissediyorum. Yanlış anlaşılmasın, olay benim Birleşik Krallık hayatını benimsemem değil, buraların hızla Türkiyeleşmesi. Bu gelişmede Türklerin buralardaki mevcudiyetlerinin hızla artmasının da payı vardır şüphesiz. Yaklaşık iki yıl önce Londra’da Türklerin rağbet ettiği yerleşim bölgelerinden Richmond’da bir annenin kızına “Türkçe konuşma, anlaşılacak” diye çıkıştığını duydum örneğin. İlk geldiğimizde ise bize anlatılan bir hikâye vardı: Türklerin yoğun yaşadığı kuzeydoğu Londra’da bir dükkâna İngiliz biri girer. Sahibine bir soru sorar. Dükkânın sahibi yıllardır Londra’da yaşayan bir Türk’tür. Soru sorulunca bu amcamız dükkânın deposunda bulunan oğluna seslenir, “Oktaaaay! Bir baksana, turist geldi!”

Buraların gün geçtikçe değişmesi belki de Türklerin son 8-9 yıldır bu ülkeye gösterdiği teveccühün sonucudur ama ben yine de buna pek ihtimal vermiyorum. Bana göre, her iki ülke de birbirine, diğerlerine benzediklerinden daha çok benziyor. Bence bu benzerliklere bakmak lazım:

- İşine geldi mi, örneğin futbolda İngiltere olan ülke, olimpiyatlarda bir anda Büyük Britanya’ya dönüşüyor veya başka alanlarda yarışmalara Birleşik Krallık olarak giriyor. Yeri geldi mi İngiliz, İskoç falan diyerek ayrıştırdığı halkları, işin içine mültecileri de katarak Britanyalı (British) olarak bir çatı altında toplayabiliyor. Nabza göre şerbet demeyelim ama duruma göre şekil veya kimlik değiştiriyorlar.

Türkiye farklı mı? Yeri gelince “kültürler mozaiği” olan ülkemiz, bir anda “Türklerin vatanı”na dönüşüyor. Muhacirleri bile ötekileştirirken Türk Milli Takımı’na Türkçe konuşmayan gurbetçileri almak, birçok sporda devşirme sporcularla yarışmak için birtakım yerlerimizi yırtıyoruz.

- Türkiye ordusuyla PKK, Hizbullah gibi örgütlerle yıllardır savaşıyor. Aynı şey IRA ile ordu yoluyla savaşan İngilizler için geçerliydi. Her iki ülkede de halkın bir bölümü mücadele metodunu eleştirirken, bir diğer bölümü bu örgütlerin üyelerinin ölmeleri için dua ettiler. (Biz de bu durum hala devam ediyor.) Kimilerinin teröristi, diğerlerinin özgürlük savaşçısı…

- Birleşik Krallık’ta İskoçya varsa Türkiye’de de Karadeniz var. İkisi de kuzeyde, ikisi de yemyeşil, iki ahali de sinirli görünümlü ve hemen parlayan türden, ikisinin de insanları aksanlı konuşmakta ve iki halk da fıkralara malzeme ediliyor.

- Kuzey İrlanda ise biraz Doğu ve Güneydoğu’ya denk düşüyor. Hem terör-özgürlük ikilemi açısından hem sınır bölgesi olması açısından hem de sınırı paylaştığı ülkenin vatandaşlarıyla aynı etnik kökenden gelmeleri açısından. Bizde o bölge halklarına yapılan ayrımcılık, neredeyse tıpatıp İngilizler tarafından Kuzey İrlandalılara yapıldı ve halen alttan alta yapılıyor.

- Muhafazakâr Parti 12 yıldır iktidarda… Tamam, daha yirmi yılı geçmediler ama ülkedeki bütün sinir uçlarına basmayı becerdiler. Brexit en başta olmak üzere ülkeyi ve vatandaşlarını itinayla kamplaştırmayı başardılar. Zaten yüzeyin altında var olan ırkçılık daha görünür hale geldi. Ekonomiyi batırdılar. Covid sürecinde öngörüsüz politikalarıyla olması gerekenden çok daha fazla insanın canına mal olup bu hususta Avrupa’nın zirvesine çıkmayı başardılar. Hükümette sürekli bir skandal çıktı. Falan, filan, vesaire ve bunun gibi. Tanıdık geldi mi?

Kısacası, bunca benzerlikten sonra, Birleşik Krallık’ta paralar suyunu çekip bir de Avrupa Birliği’nden ayrılınca gidişatımızın da benzememesi garip olurdu. Üzerinde güneş batmayan imparatorluktan geriye üzerinde yağmur dinmeyen bir çeyreklik adaya düşmek kibirli bir halk için korkunç bir senaryo haliyle. Aynaya baktığımızda ise farklı bir senaryo görmüyoruz. Bir zamanlar dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olan ve “yedi düveli dize getirmiş” bir imparatorluktan neşet eden ülkemizin başta tarım ürünleri olmak üzere hemen hiçbir ürünü ithal etmedikçe yaşantısını sürdüremeyen, para eden tüm varlıklarını yabancılara üç kuruşa peşkeş çeken ve bırak yedi düveli ABD veya Rusya he demezse askeri herhangi bir operasyon yapamayan, birbirleriyle kavgalı insanlar haline dönüşmek de pek övünülecek bir durum değil.

Her futbol turnuvasına şampiyon olma hayaliyle katılan ve piyon olarak evine dönen takımlara sahip bu iki ülkenin halklarının birbirlerinden öğreneceği çok şey var. Bu da bir başka yazının konusu olsun. Metin Solmaz faktörü devreye girmesin.

Kısacası dörtlü ülke bir altılı masa felaketi yaşayan ülkemiz muhaliflerine “her şeye rağmen kuyruk nasıl dik tutulur” ve “ayrılıklar ortak hedef uğruna nasıl idare edilir” konusunda ilham kaynağı olabilir. Şimdi değilse bile yakın bir gelecekte buna ihtiyaç duyulabilir.

Her ülkenin aklı başında vatandaşlarının dediği gibi: “Bunca nefret arasında bir fırsat bulsak da birbirimizi sevsek.”.