Ajanlık üzerine

Seyrettiğim filmlerin etkisiyle yıllarca ajan olmak istemiştim. Nasip bugünlereymiş. Hükümetimiz herkesin etki ajanı ilan edilebileceği bir paket hazırlıyormuş. Benim etki alanım dar olduğu için tepki ajanı olmayı planlıyorum.

Bundan yıllar önceden hayal meyal hatırladığım bir anı… Sıcak bir yaz günüydü; sanırım Ağutos ayı. Arkadaşlarla toplanmış yeni çıkan kitapları konuşuyorduk. Ben gençliğimin getirdiği heyecanla ve her tür yeniliğe duyduğum hevesle, genç bir bilim adamının yazdığı kitaptan nasıl etkilendiğimden bahsediyordum. Dostum Lorenzo ise her konuda olduğu gibi konuyu değiştirip Tanrı’nın her şeye kadir olduğundan dem vuruyordu. Sinirlendiğimi ve ona “Bildiğin bir damla, görmezden geldiğin bir okyanus”[1] dediğimi anımsıyorum.

Evet, Philosophiae Naturalis Principia Mathematica ilk kez Isaac Newton tarafından 5 Temmuz 1687 tarihinde yayımlandı. Kitap yayımlandığında 44-45 yaşlarındaydı. Şimdilerde ölü. Dostum Lorenzo ise hırs yapıp yıllar sonra Papa oldu. Siz onu 12. Clemens olarak bilirsiniz, 246. Papa. O da öldü. Bir ben kaldım…

………….

Newton’un temel yasalarının üçüncüsü şöyle der: Actioni contrariam semper et aequalem esse reactionem: sive corporum duorum actiones in se mutuo semper esse aequales et in partes contrarias dirigi. Aramızda Latince bilmeyenler olabilir diye tercüme edeyim: Bir cisme, bir kuvvet etki ediyorsa; cisimden kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Yani kısacası “Her etkiye karşılık eşit büyüklükte ve zıt bir tepki vardır.”

Günümüz Türkçesine çevirmek gerekirse: “Hareket yapma, hareketin Allah’ını görürsün!”.

……………..

Lorenzo yaşasaydı ve Müslüman olsaydı sürekli okuyacağı Yeni Şafak gazetesi, TBMM’ye gelecek olan 9’uncu Yargı Paketi’nde yeni tip casusluk suçları hakkında düzenlemelerin yer alacağını duyurdu. Haberde, "Türkiye lehine gibi görünüp, aleyhte propaganda yaparak kamuoyu oluşturan etki ajanlarına mercek tutulacak" ifadelerine yer verildi. Ülkenin ekonomik, toplumsal ve kamu düzenini bozanların "etki ajanı" kapsamında değerlendirileceği ve bu kapsama giren suçlar için cezai müeyyidelerin uygulanacağı aktarıldı. Ne hoş ne mutluluk verici müjdeler dolu bir haber! Gerçi Gürcüler bu konuda birbirlerine girmiş durumdalar ama olsun.

Aramızda Latince bilmeyenler olabilir diye tercüme edeyim: Bir cisme (burada toplum kastediliyor) bir kuvvet (bu kuvvet siz, ben ve bilumum gazeteciler olabilir) etki ediyorsa; cisimden (işte bu durumda toplum adına toplumdan güç alan hükümetimiz devreye giriyor) kuvvete (bu yine biziz) doğru eşit büyüklükte (sanmıyorum) ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur.

Günümüz Türkçesine çevirmek gerekirse: “Karıştırma milletin kafasını, ensene şaplağı yersin!”.

Sonuçta yüce devletimiz yarına bırakır, yanına bırakmaz.

…………….

Ülkemizde “Bulunduğumuz Yol” adıyla gösterime girmiş olan “The Way We Were” filmi 1973-1974 yıllarında çok sevilmiş ve filmin şarkısını söyleyen Barbra (Barbara değil) Streisand’a bir sürü ödül kazandırmıştır. Duygusal bir dram olmasına rağmen aslında başrolde dönemin Ali kıran baş kesen politikası olan McCarthycilik yer almaktadır. O dönemde önüne gelenin etki ajanlığıyla suçlanması, kara listeler, Hollywood onlusu denilen sinemacıların linçlenmesi, yüzlerce kişinin hapsedilmesi ve Sovyetler Birliği adına komünizm propagandası yaptıkları söylenerek itibar suikastına uğratılması günlük rutin bir hal almıştır.

Biri de çıkıp “Ortada Mata Hari varken, sana ne oluyor, bana ne oluyor?” diye sormamıştır. Millet birbirine girdiğiyle kalmış, yıllar içinde ama iş işten geçtikten sonra suçlananların hemen hepsi aklanmıştır. Velhasıl, ajanlığın da tadı tuzu kaçmış ve bu mesleğe gönül verenlerin kalpleri kırılmıştır.

Filmde savaş karşıtı aktivist bir kadınla, Hollywood’da yazarlık yapan ve McCarthy’nin soluğunu sürekli ensesinde hisseden bir adamın aşkı, evliliği ve bu düzende tüm bunların birbirlerini sevmeleri karşın yıkılması anlatılmaktadır.

Arthur Miller’ın yazdığı Cadı Kazanı oyunu, Jim Carrey’nin oynadığı 2001 yapımı The Majestic filmi, kara listede bulunan Dalton Trumbo’nun hayatını anlatan Trumbo filmi ve birçokları bu cadı avının etkilerini ve vahşetini bize anlatmakta.

Bu eserleri okuduğum ve seyrettiğimde aklıma ilk olarak bizde McCarthyciliğin yansımasının nasıl olduğu geldi. Gözümün önünden Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Osman Kavala, Serteller, Türkan Saylan ve birçokları geçti.

…………

Diktatoryal faşizmin birinci kuralını hatırlayalım: Safları sıklaştırmak için mutlaka bir dış düşman, olmadı bir iç düşman yaratmak lazım. Mümkünse ikisi birden.

Bu amaçla ülkede sivil toplum hareketini iğdiş etmek öncelikle elzemdir. Zaten Türkiye’de insanlar rahatça dış güçlerin maşası olarak ilan edilmekte. Herhangi bir nedenle bir soruşturma açılması, bu kişilerin itham edilerek yaftalanması işten bile değil. Ayrıca, ben bir iş insanı olsam ve yabancı kuruluşlarla iş yapıyor olsam her an topun ağzında hissederim kendimi. Özellikle işi haber toplamak olan gazetecilerin bu tür suçlamalara maruz kalmaması imkânsız. Adamın işi zaten bilgi edinmek.

Demek ki neymiş? Yakında birçok STK’nın helvasını yiyecek, toplumsal linçlere tanık olacak, gazetecilerin hapisteki mevcudunun dışardakilerden fazla olduğunu görecek ve sıranın bize gelmemesi için okumak, yazmak, konuşmak, dinlemek, seyretmek ve hatta seyahat etmek gibi en temel ihtiyaçlarımızı içimizde hep bir kaygıyla yapacağız.

Yaşasın korku imparatorluğu!

………………

Aklımda tek bir soru kalıyor: Bizim etki ajanları neden hep Batı ülkelerine veya İsrail ve Ermenistan gibi “şer odaklarına” hizmet ediyor? Neden, misal Katar gibi, Müslüman ülkelerin etki ajanları olmaz? Efendim?... Var, mı dediniz?... Peki neredeler?...

Uzun lafın kısası, eğer bir yargı paketi çıkacaksa, iyi kötü adalet duygusuna yakın olmasını temenni etmekten öte bir şeyler yapmak lazım. En başta konuyu tartışmaya açmak, bilgi ve tecrübeye sahip kişilerin bu konuda toplumun her kesimini uyarması gerek. Zira, Türkiye’de adalet “yüce” yazılır, “cüce” okunur.



[1] Bu sözün Isaac Newton’a ait olduğuna inanılır.