Memlekete şifaydı… Heybeliada sanatoryumuna nasıl kıydılar

Halbuki parasız, nitelikli, kamusal bir sağlık hakkının ve Heybeliada Sanatoryumu gibi kamusal sağlık kurumlarının ne kadar hayati öneme sahip olduğunu Covid 19 pandemisi çok acı sonuçlarla bize hatırlattı.

Tüberküloz yani verem insanlığın en fazla mücadele ettiği hastalıklardan biri. Yayılabilen, ölümcül olabilen bu hastalık toplumların yaşamlarını derinden sarmış. Bu yüzden yalnızca tıbbın konusu değil, tarih, edebiyat gibi alanlarda da belirgin izler bırakmış.

Batılılar bu çok eski hastalığa “beyaz ölüm”, “beyaz veba” demişler. Bizde ise “ince hastalık” veremin halk arasında bilinen adı olmuş.

Aşk acısı uzun zaman veremin sebeplerinden biri olarak görülmüş, bir adının da “İnce hastalık” olması bundan. Fransız romantiklerinden mülhem edebiyatçılarımızın 19. yüzyılda yazdıkları romanlarda verem önemli bir konu. Tanzimat, Servet-i Fünun ve sonrasındaki dönemde de edebiyatımızda yerini korumuş, 1950 sonrasında romanların sayfalarını terk etmeye başlamış.

Veremin çok daha esaslı bir sebebi var ki gayet sınıfsal bir duruma yüzümüzü dönmemizi sağlıyor. Yoksulluk sebebiyle yetersiz beslenme, kötü çalışma koşulları, soğuğa maruz kalma, bakımsızlık… Hapishaneler de bu hastalığın yatağıdır o zamanlar. Verem işçi sınıfının davasını güttüğü için hapse atılan sosyalistlerin başının belasıdır. Rıfat Ilgaz mesela hayatını bu hastalıktan miras kalan arızlarla sürdürmek zorunda kalır.

Tom Amcanın Kulubesi’nde, Moliere’in Hastalık Hastası’nda, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında, Hugo’nun Sefiller’inde vereme rastlarız. Bizim romanımızda Recaizade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası”, Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu”, Halide Edip Adıvar’ın “Vurun Kahpeye”, Reşat Nuri Güntekin’in “Ateş Gecesi”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”, Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan”, Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, Kemal Tahir’in “Karılar Koğuşu”, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”, İhsan Oktay Anar’ın “Puslu Kıtalar Atlası” ince hastalığın konu edildiği romanlardan aklıma ilk gelenler.

Kafka, Çehov, Gorki, Balzac, Albert Camus, bizde Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa, Memet Fuat hastalığa yakalanan bazı edebiyatçılar. Vereme yakalanan şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun hayatını anlatan, Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği Kelebeğin Rüyası’nı sanırım pek çok kişi izlemiştir.

Tesadüf, yakın zamanda Mithat Cemal Kuntay’ın Abdülhamit, İttihat Terakki ve mütareke döneminde geçen “Üç İstanbul” romanını okudum. Romanın kahramanı Adnan’a mahalle hekimi, verem olan annesi için bir tavsiyede bulunuyor: “Mahalle hekimi, hastanın odasından çıkınca Adnan'ı bir köşeye çekti. Ve o yaz Heybeli'de mutlaka ev tutmalarını söyledi.” Romanda Adnan’la doktor arasında bu diyaloğun geçtiği yıllarda Heybeliada’da henüz veremlilere hizmet veren bir hastane yok.

Heybeliada’nın ikliminin veremlilere, akciğer rahatsızlığına ve solunum güçlüğüne sebep olan hastalıklara iyi geldiğini insanlık, yüzlerce yıllık deneyim ve bilgi birikimiyle öğrenmiş.

HEYBELİADA SANATORYUMU BELGESELİ

Cumhuriyet’in ilanının bir yıl sonra çağın en melun hastalıklarından biriyle mücadele etmek için insanlığının bilgi birikimiyle ve tıp biliminin ışığında çok önemli bir adım atılır.

Müsaadenizle ben burada sözü gösterime yeni giren bir belgesele bırakmak istiyorum. İstanbul Tabip Odası bünyesinde hazırlanan, yönetmenliğini odanın emekçisi olan arkadaşlarım Adnan Payaslı ve Alaattin Timur’un, yapım koordinatörlüğünü odanın yönetim kurulu üyesi Cegerğun Polat’ın yaptığı “Sağlıkta Hafıza Mekanları, Heybeliada Sanatoryumu” gösterime girdi.[i]

Bu belgesel keşke cumhuriyetle yaşıt bir sağlık kurumunun, değişimleriyle bugünlere kadar nasıl geldiğini anlatsaydı. Ne yazık ki bu sadece bir başarı öyküsü değil; aynı zamanda talan, çürümeye terk etme, unutturmaya çalışma ve vefasızlık öyküsü. Bu belgesel (Picasso’nun Guernica için Alman generaline verdiği cevaba özenerek) AKP tarafından yapıldı denilebilir.

Güzel bir vapur yolculuğu görüntüsüyle başlıyoruz seyre. Karşımızda musikiye güfte, öykülere, filmlere konu olmuş Heybeliada. Ardından Rıfat Ilgaz’ın “Nasıl sevmezsin Heybeli’yi / Herkesin bağı bahçesi ayrılmış / Denizde kotrası yalısı / Ayırmış ayıran, hastanesinde / Bizim de yatağımızı” dediği yere varıyoruz.

Bizi, bir binasının çatısı uçmuş, camları kırılmış, bomboş geniş koridorlar ve koridorlara açılan odalarının çarpıp duran kapıları, kıyıda köşede yakılmış ateşlerden kalanlar ve çöpleriyle karşılıyor sanatoryum. Fakat Heybeliada sanatoryumu heybetini ve güzelliğini hala koruyor. Sanki “her şeye rağmen sizi terk etmedim, direniyorum” diyor.

Başarılı güncel çekimlere, tarihi görüntüler ve fotoğraflarla sanatoryumun tarihine dair anlatımlar eşlik ediyor. Hastanede çalışmış doktorlar yaşadıklarını, tanıklıklarını ve buranın önemini heyecanla, gururla, üzülerek, bazen de gözyaşlarını tutamayarak anlatıyorlar.

Bilindiği gibi salgın hastalıklar insanlığın en büyük sorunlarından biri. Genç cumhuriyetin en önem verdiği konuların başında salgın hastalıklarla mücadele gelir. 1924’te ilk Verem Savaş Dispanseri açılır. Heybeliada’dan önce 1903’te Burgazada’da Saint George Hastanesinde küçük bir çocuk sanatoryumu, ardından da Büyükada’da bir özel sanatoryum daha açılmıştır.

Heybeliada Sanatoryumu ülkemizin ilk kamu sanatoryumudur. 1924’te iki doktor, Tevfik İsmail Gökçe ve Server Kamil Tokgöz sanatoryum yapılıp yapılamayacağını tespit etmek için adaya gelir. Çam Limanı mevkiinin böyle bir yapı için en ideal yer olduğunu tespit ederler. Uzun yılların meteorolojik ölçümleriyle oluşan klimatolojik raporlarla da buranın en uygun yer olduğu teyit edilmiştir.

İsviçre'deki bir örneği model alınarak sanatoryum Heybeliada’nın güney tarafındaki Çam Limanı Mevkii’nde açılır. Rüzgar yönüne göre yapılmış büyük pencereler, yüksek tavanlar, geniş koridorlarıyla klima sistemine hiçbir zaman ihtiyaç duyulmaz. Denizin ve ormanın en güzel, en yumuşak havasını hastalar iyileşmek için solurlar. Sadece temiz bir hava solumak için yapılmamıştır burası, veremle mücadelede iyi beslenmek şarttır, dört öğün kaliteli yemek mönüsünde et, süt, bal gibi besinler hiç eksik olmaz. Bahsettiklerimizin önemi bugün de azalmadı ama antibiyotiklerin henüz olmadığı yıllarda bu koşulları sağlamanın ne kadar önemli olduğu açık.

16 yatakla faaliyete başlayan hastane 1 Kasım 1924’te ilk hastalarını kabul eder. 1955 yılında hasta sayısı 630’a ulaşır. İsmet İnönü dahil tanıdığımız pek çok isim ve halkın bütün kesimlerinden yüzbinlerce insan burada şifa bulur. Yıllar içinde, özellikle 1940 sonrasında yeni binalar sanatoryuma eklenir, imkanlar günden güne artar.

Tüberkülozla mücadelede, halk sağlığı açısından tarihin en başarılı örneklerinden biri olan sanatoryum aynı zamanda pek çok hekimin yetiştiği okuldur. 1955’te yapılan ek binada açılan okulda ise hemşire yardımcısı yetiştirilmeye başlanır. Sanatoryumda yatan genç kadın hastaların bazıları iyileştiklerinde burada okurlar.

Bunlarla birlikte hastalar için meslek edindirme kursları açılır, pek çok kişi hasta geldiği adadan matbaacı, arzuhalci, saatçi, çorapçı, fotoğrafçı olarak ayrılır. Kimisi de adayı hiç bırakmaz.

Heybeliada Sanatoryumuyla ilgili anlatacak o kadar çok şey var ki daha fazlasını belgeseldeki doktorlarımızdan dinlemelisiniz.

Ne yazık ki bu güzide hastanemiz 2005 yılında alelacele önce Süreyyapaşa Göğüs Kalp ve Damar Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne nakledildi ve ardından da tamamen kapatıldı. Sağlığı piyasalaştırmakta, ticaretin konusu haline getirmekte kararlı AKP iktidarı, tarihsel misyonuna, anısına ve sürdürdüğü görevlere saygı duymadı.

Halbuki parasız, nitelikli, kamusal bir sağlık hakkının ve Heybeliada Sanatoryumu gibi kamusal sağlık kurumlarının ne kadar hayati öneme sahip olduğunu Covid 19 pandemisi çok acı sonuçlarla bize hatırlattı. Üstelik hekimler tüberkülozun hala dünya açısından büyük dert olduğunu, göçlerin hastalığın yayılmasında etkili olduğunu ve mücadelenin devlet ve halkın işbirliğiyle verilmesinin çok önemli olduğunu söylüyorlar.

Memlekete şifaydı… Heybeliada sanatoryumuna nasıl kıydılar - Resim : 1

SAĞLIK HAKKINA, SANATORYUMA NEDEN DÜŞMANLARSA TTB’YE DE ONDAN DÜŞMANLAR

Eylül 2020 tarihinde AKP iktidarının yaptıklarının özeti mahiyetinde bir adımın atıldığı daha öğrendik. Sanatoryum binası 8 Ağustos 2018’de, "İslami Eğitim Merkezi" yapması için Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilmişti. Bunun üzerine İstanbul Tabip Odası ilgili kurumlarla birlikte fiili ve hukuki mücadeleyi hızlandırdı. Yapılan eylemler iktidar tarafından engellenmeye çalışıldı. Açılan dava sonucunda, İstanbul 14. İdare Mahkemesi, tahsis işlemini hukuka uygun olmadığı sebebiyle iptal etti.

Heybeliada Sanatoryumu’nun başına gelenler ülkemizin başına gelenin özeti. Dinciliğin eşliğinde kamusal olan, halkın olan ne varsa işlevsizleştir, kaderine terk et, piyasalaştır. Bunları yaparken de karşı çıkanları, mücadeleleriyle yağma ve talana engel olanları da devletin bütün imkanlarını kullanarak, hukuku çiğneyerek bertaraf etmeye çalış. 30 Kasım’da Türk Tabipleri Birliği yönetimi hakkında verilen karar bu tutumun sonuçlarından biridir.

1953’ten bugüne hekimlerin mesleki haklarından halkın sağlık hakkını ayırmayan, sağlık hizmetini köy köy, hastane hastane halka ulaştırmaya çalışan hekimlerin örgütüdür TTB. Eşitlik ve özgürlük mücadelesinde hep var olan, bundan kaynaklı hemen her iktidarın hedef bellediği, 1980 yılında Merkez Konsey Üyesi Sevinç Özgüner’in faşist kurşunlarla katledildiği, 12 Eylül faşizmiyle kapatılan, daha önce de yöneticileri görevden alınmak istenen bir kurumdan bahsediyoruz. 2011 yılında “savaş bir halk sağlığı sorunudur” diyor diye ülkemizin en nitelikli hekimlerinden, hocalarından oluşan yönetim kurulu üyeleri ters kelepçe takılarak gözaltına alınmıştı. Hiçbir dönemde hekimler ilkelerinden geri adım atmadılar. Yine öyle olacak.

Üyelerinin haklarına, halkın haklarına, demokrasiye, laikliğe, barışa ve ülkesine sahip çıkan hekimler yıllardır odalarını örnek bir demokrasiyle, şeffaf bir şekilde yönetiyorlar. 12 Eylülcülerin bile yapmadığını mevcut iktidar yaptı ama 12 Eylül’ün bile boyun eğdiremedikleri bu iktidara da boyun eğmez.



[i] İlk gösterimi yapılan belgesel 17 Aralık’ta Heybeliada’da izleyiciyle buluşacak