'Barış bir gülümsemeyle başlar, maliyeti yoktur.'

Başlık Victor Hugo’dan! Savaşların yoğun, barış dilinden yoksun olduğumuz günümüzde, hesaplı hesapsız adımlarla amacından uzaklaştırdığımız bu kavramı salt 1 Eylül, ya da 21 Eylül’le sınırlandırmamak gerektiğini çok net anlattığı için seçtim bu sözü…

Barışı tek yönlü değil, çok yönlü- tek yanlı değil, çok yanlı- tek boyutlu değil, çok boyutlu irdelemek gerekir. Annesiyle aynı tabuta konan bebeğin ağzındaki emzik! Tankların önündeki çocuklarını kaçırmaya çalışan babanın çaresizliği! Çocuklarını rasgele savrulan kurşunlardan korumak için bağrına basan annenin yüzündeki korku! Kırık dökük hastane odasındaki hasta yataklarında korkudan büyümüş gözlerle tek bir noktaya bakanlar! Çocuklukları yok edilen, hayatları çalınan, düşleri- sevinçleri- umutları- kahkahaları silinen insanların bakışları! Hayatlarına ve dramlarına ortak olduğumuz insanların savaş sonrası görüntüleri! Bitmedi, biter mi?

Oğullarına, kardeşlerine, sevgililerine, eşlerine ağıtlar yakan, ölülerini bulamayanların yüzündeki keder! Gidecek yerleri olmayan, gidecek halleri olmayan bu insanların gözlerindeki onulmaz acı! Kolları, bacakları, ayakları kopan, bedenleri de, hayalleri de paramparça olan gençlerin bakışları! Sevinçleri umutları çalınan insanların toprağa düşen bedenleri! Onurları çiğnenmiş kadınların, şiddete haksızlığa uğramış savaş mağduru erkeklerin yaralayan ve düşündüren öyküleri! Üşüten, acıtan, dürten, isyan ettiren olaylar! Nice dostluklara, nice düşmanlıklara tanık olan topraklarda yaşanan dramlar! Listeyi uzatmak mümkün…

Oysa barış; Gereksinimdir, güvendir, gelişimdir, huzurdur, mutluluktur. O halde!

Büyük Atatürk’ün; “Yurtta barış, dünyada barış” sözünü, son yıllarda “yurtta kavga, dünyada kavga ve değerli yalnızlığa” dönüştüren bir ülke olarak, keşke barış konusunda daha atak, daha sorumlu, daha kararlı olsaydık. Savaşlardan çok çekmiş, hala da başı dertte olan bir ulus olarak; Keşke coğrafyamızda hiç kan ve gözyaşı olmasaydı. Savaşlardan medet uman, barışı önemsemeyen, bu konuda sınır tanımayan, kuralları takmayan, savaşlara doymayanların yoğun olduğu dünyamızda! BARIŞ kavramına mecbur ve muhtaç olduğumuzu unutmamak için keşke bazı çığlıkları herkes daha derinden duyabilseydi.

İsrail’de yaşayan ABD’li bir gazeteci, her sabah işine gelip giderken Kudüs’teki ağlama duvarının önünde dua eden bir adam görürmüş. Bir gün dayanamayıp şöyle demiş; “sizi her gün burada dua ederken görüyorum.” Adam, “evet, 30 yıldır barış için dua ediyorum” demiş. ABD’li gazeteci sormuş; “30 yıl ha! Nasıl bir duygu var içinizde?” Adam yanıtlamış; “duvara konuşuyormuşum gibi.”

Toplumsal, bölgesel, evrensel ilişkilerdeki bozulma, çürüme, yozlaşma, barıştan uzaklaşıp savaşı kışkırtmaya yönelik çabaları görünce bu çarpıcı örneği paylaşarak, barış kavramını yaşamın her anına ve her alanına sokmak zorunda olduğumuzu düşündüm. Dünden bugüne savaşların adreslerinde dolaştığımızda; Bosna Hersek’teki şiddete, Afganistan’daki zulme, Irak’taki işgale, Suriye’deki drama yine ve yeniden baktığımızda resimlerin aynı, çerçevelerin farklı, aktörlerin ve dublörlerin aynı, ölenlerin adreslerinin farklı olduğunu unutmayarak…

Savaşlarda yitip gidenlerin bazen bir baba, bazen bir oğul, bazen bir kardeş, bazen bir eş, bazen bir arkadaş ya da dost olduğunu, ancak işin en acı yanının yakıp, yıkıp, ezip geçen olaylardan sonra geriye kalanın doğulan vatan, doyulan memleket, yanmış yıkılmış bir ülke olduğunu unutmayarak…

Savaşı çok seven, savaşa zemin hazırlamaya özel önem veren, buna ciddi çaba ve para harcayan ABD’nin, Büyük Atatürk için; “O, savaşlardan barış çıkaran eşsiz bir liderdir” sözünü hatırlayarak. Ve hayatı savaş meydanlarında geçen, ömrünü cephelerde geçiren ve bu kutsal vatanı mucize denilebilecek destansı zaferlerle kurtarmış bir liderin: “Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir” sözünü asla unutmayarak…

Spinoza’nın: “Barış, savaştan her zaman daha iyidir. Çünkü barışta oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömerler” sözünü anımsarken, Abraham Maslow’un; “Sahip olduğunuz tek araç şayet bir çekiçse, bir süre sonra her şeyi çivi olarak görmeye başlarsınız” şeklindeki uyarıcı sözüne dalıp giderek…

Hal böyle iken bazen içeride bazen dışarıda, çoğu da kez göstermelik yüksek gerilim hattı yaratarak, voltajı yükseltecek sözler, tahrik eden, incitici bir dil kullanarak, toplumsal gerginliği artıran, sinir uçlarını harekete geçiren bir tonlamayla içi boş vurgulara sığınarak, bazen göz kırpıp, bazen parmak sallayarak barış dili, barış ortamı sağlanır mı?

Cumhuriyet 100 yıl düşünülerek bulunan merhemin adıysa, yurtta ve dünyada barış diyen bir liderin; o zorlu koşullarda ve o yokluk yıllarında hayata geçirdikleri; Bugün bile başımız her sıkıştığında ve karşılaştığımız her durumda, imdadımıza yetişen, toplumu iyileştiren ilacın- adıysa, ülkenin boğazında duran sert düğümün dermanı barıştır. Nokta…