Tereyağlı manifesto

Hapşırırken gözlerini kapatanların hemen anlayacağı gibi bir köpekten bahsediyorum.

Evimizde kelimenin tam anlamıyla bir it oğlu it yaşıyor. Kendisi çok hızlı yaş aldığı için 20 yaşına geldi, hem de doğumundan üç yıl bile geçmeden. Hapşırırken gözlerini kapatanların hemen anlayacağı gibi bir köpekten bahsediyorum. Bu yazının yazıldığı gün itibarıyla 1.041 gündür hayatta. Tam bugün, sürekli aç yaşayan bu arkadaşın bize gelmesinin bininci gününü idrak etmekteyiz ailecek.

Aslında daha annesi bir aylık hamileyken yetiştiricisiyle temasa geçip yavrulardan birine talip olduğumuzu söylemiştik. Konu aile meclisince tartışılmış ve her zaman olduğu gibi talep oğlumuzdan gelmiş, son karar karım tarafından verilmişti. Özellikle bir Labrador yavrusu alabilmek daha anne hamile bile kalmadan sıraya girmeyi gerektiriyor; en azından İngiltere’de durum bu. Biz şanslıydık ve anne bir aylık hamile olmasına rağmen yarışmaya yedinci sıradan katıldık. Yetiştirici hanım tahmini altı ile dokuz yavru beklediklerini söyledi. Her zamanki gibi en kötü ihtimali düşünüp açıkta kalacağımız için üzülmeye başladım. Oysa savaş yeni başlıyordu. Yetiştirici hanıma hemen her hafta “kendimizi hatırlatma” telefonları etmeye başladık. O yavrunun bizim için ne denli önemli olduğunu, evliliğimizin mutlu mesut devam etmesinin ve oğlumuzun okuldaki başarısının buna bağlı olduğunu, kendimin intihara meyilli olduğunu ve doktorumun bu eğilimin sadece bir labrador yavrusuyla yok edilebileceğini söylediğini falan söyleyerek duygu sömürüsü yoluyla aday sıralamasında üst basamaklara atlamayı planlamıştım. Ailenin en makul ve mantıklı üyesi olan oğlum, bu metodun kendimizi aptal durumuna düşüreceğini ve onu daha da utandırmamamı söyledi. (Gerçi bunu hemen her gün söylüyor. Ne yapayım, kendimi tutamıyorum, fıtratım böyle.) Böylece kendimi frenleyip yetiştiriciye sık sık ne gibi hazırlıklar yaptığımızı, kafamızdaki isimleri, etrafımızdaki parkların fotoğraflarını ve benim ilkokulda aldığım başarılı karneleri (kendimi durduramıyorum dedim ya) paylaştım. Sempati kazanmakla kendimi düşürdüğüm aptal konumu itibariyle acındırmak arasında geçen 8-9 haftada, yetmişlerine merdiven dayamış kadını sanırım epey bunalttım. Öte yandan, başarı “Başaracağım” diye başlayıp sonunda “Başardım!” diyebilenindir. Mustafa Kemal Atatürk’e gönderme yapmam, kadını pek etkilemedi sanırım ama Büyük Önder gene haklı çıktı ve yetiştirici, korktuğum gibi altı yavru doğmasına rağmen birinin bize verilmesine karar verdi.

Olay budur.

Unutmadan söyleyeyim, yavruyu görünce adının Butter olmasına karar verdik. Hem yumuşaktı hem de rengi bizim Trabzon tereyağı rengindeydi. Üstelik yürürken tereyağına basmış gibi kayıp yere kapaklanıyordu. Adını Tereyağı da koyabilirdik ama hem bu ismin uzun olması hem de İngiliz alfabesindeki harf yetersizliğinden dolayı kayıtlarda yanlış yazılabilme riskinden dolayı endişe duyduk. Doğar doğmaz sadece tanımlamak için yetiştiricinin verdiği isim ise Ziggy Stardust idi. Bunu duyunca kadınla David Bowie üzerine uzuuuuun bir sohbet başlatacakken devreye karım girdi; daha doğrusu karımın bakışları.

Her neyse, Butter anne sütünden kesildiği gün bize gelmesiyle ev hayatı değişti ve bir sürü şirin, şirin şeyler oldu. Burada bunlardan söz edip kıyım kıyım içinizi ezme niyetinde değilim. Paylaşmak istediğim şey geçenlerde yaşadığım bir olay.

Her sabah olduğu gibi sabah 5:30 – 6:00 civarı uykuyla uyanıklık arasında kendime kahve yapıyordum. Yine her sabah olduğu gibi Butter’a daha yemek vaktinin gelmediğini, elimi yalamasının bunu değiştirmeyeceğini ama isterse onunla “ip çekme” oynayabileceğimi (ki sabah sporu adına fena bir egzersiz değildir) falan söylüyordum. Sesimi sevimli hale getirmek için inceltiyor ve sempatik görünmek adına çocuk taklidi yapanlar gibi her sözcüğü başına sonuna “ş” harfi koyuyor ve “r” yerine “y” koyuyordum. Bu arada kahve olmuş ve ben ona arkamı dönmüştüm ki birinin “Komik oluyorsun” dediğini duydum. Arkamı döndüm ve nefes aldıktan sonra nefes vermeyi ihmal etmeyenlerin daha ben bu cümleyi yazmaya başlamadan fark ettiği gibi konuşanın Butter olduğunu anladım. (Ben bu gizem işinde pek iyi değilim galiba.)

“Bir otur ve kendine gel” dedi sakince. Dediğini yaptım, oturdum. “Yere değil, bir sandalyeye” dedi. Sesindeki alaycı tavır hoşuma gitmemişti ama yine de söyleneni yaptım. En son “Kahveni almayacak mısın?” diye sorunca bu konuşma işinin uzun süreceğini anladım. Uzun lafın kısası, karşımda bir köpek aksansız bir Türkçeyle konuşuyordu ve benim üzerimde şimdiden hakimiyet kurmuştu.

“Şimdi” dedi, “Lafımı kesmeden dinle… Bu ilk ve son konuşmamız olacak, bu yüzden tüm dikkatini vermen gerek. Biliyorum sende dikkat dağınıklığı var. Oğlundan şikâyet ediyorsun ama seninkinin ondan daha az olmadığını söyleyebilirim… İstersen not al ama sesimi kaydetmeye kalkma. Başkalarının bunu bilip beni bir sirk hayvanına çevirmesini istemiyorum.”.

Başımla onayladım ama kendimi tutamayıp sordum: “Niye şimdi ve niye ben?”. Burnundan soludu. Burnu kocamandı. “Fark ettim ki biz uzun süre birlikte kalacağız. Her dakika burnumun dibindesiniz. Tamam, iyiliğimi istiyorsunuz, anladım da bazı konular beni rahatsız ediyor. Görünen o ki ben müdahale etmezsem bu durumun çözüleceği yok. Bu yaşa gelene kadar bekledim. Dedim ki kendime, ergenlik geçsin, üzerine bir sakinlik gelsin, öyle konuş. Neden sen? Bu evde en fazla seninle vakit geçiriyorum. Aptalca şeyler yapıyor ve aralıksız konuşuyorsun. Çoğu zaman kimse sana tahammül edemediği için benimle konuşuyorsun. Öte yandan, verdiğin komutların hemen hepsinin benim iyiliğim için olduğunu deneyimlerimle öğrendim. İyi niyetlisin aslında. Saf ve iyi niyetli. Ayrıca, bu konuşmayı başkasına aktarsan kimse sana inanmaz. Halbuki evin diğer üyeleri toplumda senden daha itibarlı ve güvenilir insanlar.”

Afiyetle bu dayağı yedikten sonra sözü tamamen ona bırakmaya karar verdim.

“Madem bir aradayız, o zaman bazı konularda anlaşmamız gerek. Benimle kalmaya devam edecekseniz bana ve ihtiyaçlarıma saygı göstermeniz şart. İstemiyorsanız, üzülerek söylüyorum ki, bu evden gidin ve bana saygı gösterecek başkaları gelsin.

Şimdi kısa kısa taleplerimi söylemek istiyorum. Sen nereye bakıyorsun? Aloooo! Kime diyorum? Kendini çimdiklemeyi bırak da kulaklarını aç.

1) Bazen dışarı çıkıyorsunuz ya, ben de geleceğim. Yok iki dakikalığına kapının önüne çıktım, yok köşedeki bakkala gideceğim falan yok. Ben de geleceğim.

2) Fark ediyorum ki bu evde bir sürü abur cubur tüketiliyor. Benim payım ne olacak? Havlamıyorum ya da asabi hareketlerde bulunmuyorum ama bu gibi durumlarda gözlerimi size dikerek sessizce önünüzde dikilirim ve abur cuburdan payımı alıncaya kadar da sizi huzursuz etmeye devam ederim.

3) Zırt pırt beni yıkamaya falan kalkmayın. Ben sizin kadar pislenen bir varlık değilim. Sırf kendinizi iyi hissedeceksiniz diye bana eziyet etmeyi bırakın. İki üç ayda bir o sarışın kızın oraya götürün, yeter. Yıkıyor, masaj yapıyor, tırnaklarımı kesiyor, beni gereksiz tüylerimden kurtarıyor ve bu arada da beni sürekli okşuyor. Bir de öyle güzel kokuyor ki, anlatılmaz yaşanır.

4) Özellikle hafta sonları beni bol bol dışarı çıkarın. Yarım saat önce yürüyüşten dönmek tekrar dışarı çıkmayacağımız anlamına gelmiyor. Bazen koklamam gereken birtakım yerleri atlamış oluyorum. En azından aklımda öyle kalmış olabilir ve gidip kontrol etmem gerekebilir.

5) Ben uyurken, bırakın huzur içinde uyuyayım. Uyurken şirin ve masum görünebilirim ama bu size beni okşayarak uyandırma hakkı vermez. Ayrıca ben bir köpeğim ve istediğim yerde uyurum. Şart mıdır, illa benim uyuduğum kanepeye oturmanız?

6) Ben havlarken “Şşşşşş” falan demeyin. Bu çok sinir bozucu. Havlıyorsam, sebebi var. Burada sizi korumak adına en ufak sesi bile takip ediyor ve sizi tehlikelerden haberdar ediyorum. Nedir yani?...

7) Sinsice benim bulunduğum odadan çıkıp başka odalarda cips falan yemek yok. Geçenlerde paketin açıldığını duydum, beni çağırmanızı bekledim ama kimse oralı olmadı. Kanıma dokundu, inanır mısın… Artık siz nerde, ben orda!

8) Bak bu madde çokomelli. Bak, yeri geldi mi siyasi espri de yapıyorum. Gülmemeni ise anlayışsızlığına veriyorum. Ne diyordum? Bu madde çok önemli. Yere bir yiyecek düşerse BENİMDİR! Bir yiyecek ağzıma girmişse KESİNLİKLE BENİMDİR! Nokta.

9) Bundan böyle yalnız işemek yok. Siz ben işerken seyrediyorsunuz ama ben sizinkine bakamıyorum. Yok öyle yağma! Lafa geldi mi, eşitlik falan atıp tutuyorsunuz. Bundan böyle o tuvaletin kapısı kapanmayacak. Al sana eşitlik!

10) Aynı mekânı paylaşıyoruz ve ben genelde sizin çevrenizde oluyorum. Niye?... Çünkü size sevgi ve koruma sağlıyorum; çok yakından. Eğer yürürken bana takılıyorsanız bu sizin sorununuz, söylenmeyin sonra.

11) Beni yürüyüşe götürdüğünüzde bir yeri kokluyorsam beni çekiştirip durmayın. Bu koklama olayını ciddiye alıyorum. Konsantrasyonumu tamamen ona veriyorum. Üzerinde bulunduğumuz gezegende o kadar çok ve o kadar muhteşem kokular var ki. Ben onların hepsini ayrı ayrı takdir ediyorum. Çevrenin içine etmişsiniz, bari kalan şuncağız yeşili hakkıyla koklayayım. Zaten ortalıkta kovalayacağım kuş bırakmamışsınız. Kısacası, bendeki doğa aşkını köreltmeyin.

12) Eğer bu kurallara uymazsanız, isteklerim yerine getirilene kadar üzgün, mahzun ve çocuksu bakışlarımla kendinizi suçlu hissettiririm.

Bu arada dünkü krakerlerden kaldı mı? Hani kemik şeklinde olanlardan.”

Bunları söyledikten sonra yanıma gelip elimi yaladı ve çok derin gelen bir sesle usulca havladı. Benim bir şey yapmadığımı görünce kafasını yüzüme yaklaştırıp arka arkaya nefes vermeye başladı. Gözlerimi açtığımda burun burunaydık. Anlaşılan gece telefonun pili bitmiş ve alarm çalmamıştı. İşe geç kaldığım telaşıyla yataktan fırlayıp mutfağa gitti. Kendime bir kahve hazırladım. Bu arada Butter da peşimden gelmişti. “Oğluşum dur! Şen oynamak mı istiyoysun? Şirin şey seni! Hanimiş benim oğluma!” deyip kahveyi bardağa koyarken birden birinin “Komik oluyorsun” dediğini duydum. Arkamı döndüm ve mutfak masasının köşesinde oturan oğlumu gördüm. Yine de istem dışı bir şekilde Butter’a baktım. “Hav!” dedi it oğlu it!