Siyah Leyleklerin Getirdiği Çocuklar

75 yıl sonra bugün masumların, sivil halkın hedef alındığı saldırılar, yerinden yurdundan edilerek hayatları altüst edilen insanlar, bir ömür çalışsa da kurtulamayacağı yoksulluk içine doğan çocuklar arasından ilerleyerek işlerimize, evlerimize gidiyoruz.

İnsan ırkının soyaçekim yoluyla geliştirilmesi fikrinin öne atılması Platon’a kadar gider. Antik Yunan dilinde ‘doğuştan iyi’ anlamına gelen Eugenics insanlığın aklından hiç çıkmaz. Dahası zamanla bilimsel ırkçılık halini alır.

19. Yüzyıldaki bilimsel gelişmeler bu fikrin parlatılmasında etkili olur. Bazı doktorlar doğum sırasında hasta veya engelli doğan bebeklerin göbek bağlarını kestikten sonra düğüm atmayı bırakarak bebekleri ölüme terk etmeye başlarlar. Bununla da kalmaz ameliyat edilmesi gereken hasta bebekleri ameliyat etmeyi reddederler. Uzunca bir süre ailelerin bilgisi bile olmadan yapılan bu uygulamalar Kasım 1915’de Chicago’da yaşanan bir olayla patlak verir. Alman-Amerikan hastanesinin Alman kökenli Başhekimi Dr. Hary J. Haiselden aldığı kararın ortaya çıkmasıyla toplumu ikiye böler.

ÖLÜME TERK EDİLEN BEBEKLER

Olay kısaca şöyledir: Anna Bollinger adında bir kadın ciddi sağlık sorunları olan erkek bir bebek dünyaya getirir. John adı verilen bebek, frengili babasından kalıtım yolu ile geçen birtakım anomaliler taşımaktadır. Dr. Haiselden ameliyat etmesi halinde bebeğin büyük ihtimalle hayatta kalacağını bilmesine rağmen sözüm ona vicdanını kullanarak ameliyatı reddeder. Bunun üzerine kimliği teşhis edilemeyen biri bebeği hastaneden kaçırıp başka bir hastaneye götürerek ameliyat ettirmeye çalışsa da başarılı olamaz ve bebek ölür. Olay basına yansıyınca yer yerinden oynar. Kamuoyu ikiye bölünmüştür. Bir kesim doktordan yana olurken, kadın hakları temsilcileri ile Katolik Kilisesi’nin başını çektiği diğer grup olayı şiddetle eleştirerek doktoru suçlar. Eleştirilere kayıtsız kalamayan hastane yönetimi Dr. Haiselden’i etik kurula sevk eder. Kapalı kapılar ardında Haiselden’in doktorluk lisansının iptal edilip edilmemesi tartışılırken beklenmeyen bir gelişme yaşanır. Olay beyaz perdeye sıçrar. Artık Haiselden’in elinde kendi propagandasını yapmasını sağlayacak bir film vardır. Bu film 1917 yapımı The Black Stork (Kara Leylek)’dir.

HASTANEDEN SİNEMAYA

Sinema tarihinin sessiz filmler dönemine düşen The Black Stroke filminin senaryosunu Haiselden ve gazeteci arkadaşı James Lait birlikte yazarlar. Hayatta olduğu gibi, beyaz perdede de tartışmalı doktor rolünü yine Haiselden oynamaktadır.

Filmde kalıtsal hastalığı olan ve doktoru tarafından çocuk yapmaması konusunda uyarılan Claude’un evlenip bir takım anomalilerle doğan bebeğinin ameliyat süreci konu edilir. Filmin oyuncu doktoru Haiselden tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi bebeği ameliyat etmeyi reddeder. Acılar içindeki anneye, bebeğinin geleceğini düşünerek bu ameliyatı yapmamaları gerektiği anlatır. Ona göre topluma engelli bir birey kazandırmamak için verilen her karar erdemlidir ve toplumun sağlıklı insanlardan oluşması her şeyin önündedir. Acılı anne gözyaşları içinde ikna olur. Doktorla birlikte sözüm ona erdemli bir karar alarak oğlunu ölüme terk eder.

Film bir yandan sağlıklı bir toplum için sadece doğuştan iyi olanların yaşama hakkı olduğunu normalleştirmeyi amaçlarken, bir yandan da hasta ve engelli doğanların ölüme terk edilmelerinin olağan kabul edilip, bu kararı verenleri kahramanlaştırır. Ancak film mevcut tartışmayı kapatmaya yetmez. Aksine, gerçek olayda olduğu gibi The Black Stork filminde de toplum ikiye bölünür.

SANSÜRÜN DURDURAMADIĞI FİLMLER

Bazı eyaletlerdeki sinema salonları filmi gösterime sokmayı kabul etmez. Ancak bütün bunlara rağmen The Black Stork 1940’ların ortalarına kadar Amerika’da küçük çaplı sinema salonlarında gösterilmeye devam eder. Bu süre boyunca gazete ve dergilerde de konu kapanmaz. Film hakkında pek çok makale yayınlanır. Haiselden’e hak veren bazı doktorlar kamuoyu oluşturmak için açıklamalarda bulunarak toplantılar düzenlerler. Bu tartışmalar süredursun, yeni yeni oluşan sinema endüstrisi paranın kokusunu almıştır. Aynı konuyu işleyen iki film daha beyaz perdede yer alır: The Garden of the Knowledge ve Married in Name Only. Her ikisi de ses getiren güçlü yapımlar olarak sinema tarihindeki yerlerini alırlar.

TARTIŞMAYA DAHİL OLAN TEN RENGİ

The Black Stork üzerindeki tartışmalar uzun yıllar devam eder. Dönemin gazetelerinde film üzerine yazılan yazılarda kullanılan çizimlerde gagasında kundakta bir bebek taşıyan siyah renkli bir leylek olduğu görülür. Irkçılığın temsili derinleşmiştir. Siyah bir leylek temsili ile yaratılan göstergeye ten rengi de dahil edilmiş olur. Dönemin Amerikan toplumundaki Afro-Amerikan biteyleri istenmeyen bebekleri getiren siyah leyleklerle özdeşleştirilirler. Böylece istenmeyen, dışlanan, toplumu bozduğu düşünülüp kötü kabul edilen her şey siyah ile temsil edilir. Aynı tasvirlerde sağlıklı bebekleri göklerdeki meleklerden teslim alan beyaz leyleklerin getirdiği görülür.

AVRUPA’DAKİ ETKİSİ VE EUGENİCS

Amerika’da tartışmalar yaratan The Black Stork ve devam filmlerinin Avrupa’daki etkisi ise bambaşka olur. 1930’ların ortalarında Nazi yönetimi altındaki Almanya’da aryan ırkın yaratılmasında (dolayısı ile aryan olmayanların katledilmesine) basamak olacak ırksal hijyen (Eugenics) topluma merhametli bir cana kıyış olarak lanse edilir. Daha sonra bu sözde merhametten de eser kalmaz.

Akıl hastaları ve bedensel engelliler yaşlarına bakılmaksızın katledilirler. Bir kısmı acı veren deneylerde denek olarak kullanılır. Artık sadece siyah leyleklerin getirdiği bebekler değil, sistemin istemediği insanların hepsi sürü içindeki kara koyun haline gelip ölüm ile karşı karşıya kalırlar. ‘Doğuştan iyi’ olanla olmayanı ayırt etmeye yarayacak saç, ten ve göz renkleri kartelaları hazırlanır. Benzer biçimde kafatası çapı, burun uzunluğu ve yapısı rakamlarla ifade edilerek aryan olmayanların ayırt edilmesinde kullanılır. Artık olay sinema salonlarından çıkmış, savaşan bir kıtaya, şehirlere, sokaklara, toplama kamplarına yayılmıştır. İnsanlar ayrıştırılır, toplanır ve yok edilir. Soykırıma giden basamağın en önemli virajı bu ayrıştırmadır.

75 YILLIK HAKLARIMIZ

10 Aralık 1948 sabahında dünyanın kara kaplı defterinde tüm bunlar kayıtlıdır. İnsanlığın binlerce yıllık hafızasında birbirine göre siyah leyleklerin getirdiği çocuklar olanların nasıl katledildiğinin bilgisi vardır. Ayrımın, ayrıştırmanın, insanı insandan üstün tutmanın vicdani yükü henüz hala hissedilir durumdadır. O gün Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, Eleanor Roosevelt’in ‘İnsanlığın Magna Carta’sı’ dediği İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kabul edilir. Gelin şimdi birkaç hafta sonra 75. Yılını dolduracak ortak haklarımızdan bazılarını beraberce hatırlayalım.

DOĞUMLA KAZANDIĞIMIZ HAKLARIMIZ

Madde 1

Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

Madde 2
1. Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.
2. Ayrıca, bağımsız, vesayet altında ya da kendi kendini yönetemeyen ya da egemenliği başka yollardan sınırlanmış bir ülke olsun ya da olmasın, bir kişinin uyruğu olduğu ülke ya da memleketin siyasal, hukuksal ya da uluslararası statüsüne dayanarak hiçbir ayrım yapılamaz.

Madde 3
Herkesin yaşama hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır.

Madde 5
Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza uygulanamaz.

Madde 7
Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunmaya hakkı vardır. Herkes, bu Bildirgeye aykırı herhangi bir ayrımcılığa ve ayrımcı kışkırtmalara karşı eşit korunma hakkına sahiptir.

Madde 9
Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.

75 yıl sonra bugün masumların, sivil halkın hedef alındığı saldırılar, yerinden yurdundan edilerek hayatları altüst edilen insanlar, bir ömür çalışsa da kurtulamayacağı yoksulluk içine doğan çocuklar arasından ilerleyerek işlerimize, evlerimize gidiyoruz. Başkalarının sevdikleri yok olurken sevdiklerimize sarılıyoruz. Bugün artık hepimiz siyah leyleklerin getirdiği çocuklarız. Dünya üzerindeki herkes tek bir maddede hemfikir olmak zorunda: İnsan kıymetlidir.