16 Mart Katliamının failleri Nazi subayının öğrencileridir

16 Mart gençliğe yönelmiş ilk kitle katliamlarından biriydi. Aradan yıllar geçtikten sonra, ne yazık ki son olmadığını Suruç’ta 33 insanımızın katledildiği saldırıda bir kez daha gördük. Sadece unutmamak için değil, aynı zamanda yarınlarımız için…

Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,

dalga dalga aydınlık oldular,

yürüdüler karanlığın üstüne.

Meydanları zaptettiler yine.

Beyazıt'ta şehit düşen

silkinip kalktı kabrinden,

ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını

yıktı Şahmeran'ın mağarasını.

Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.

Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.

Safları sıklaştırın çocuklar,

bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.

Nâzım Hikmet, Hürriyet Kavgası şiirini yazdığında sene 1962’dir. Timur Selçuk şiiri Hürriyet Marşı olarak besteler, geniş kitleler tarafından Beyazıt Marşı olarak da bilinir. 16 Mart 1978’de Beyazıt Meydanı’nda katledilenler anılırken sıkılı yumruklarla söylenir. Beyazıt Marşı, katliamla birlikte artık bir nevi 16 Mart Marşı’dır.

Onlar; kitapları, türküleri ve aydınlıklarıyla yine gelirler, her yıl gelirler, Beyazıt Meydanı’na yürürler. Sayıları bazen az olur, ama mutlaka orada olurlar. Günü gelir çoğalırlar…

Beyazıt’ta faşist saldırılara karşı öğrencilerin toplu olarak okuldan çıkması 1980 öncesi olduğu gibi sonraki yıllarda sürdü. Bugün de öğrenciler saldırılar olduğunda okullarından toplu şekilde çıkıyor. Saldırıların tırmandığı 1978 yılında öğrenciler her gün birlikte okuldan ayrılıyorlardı. 15 Mart günü okuldan çıkan öğrencilere faşistler sopalarla saldırdı, saldırı püskürtüldü, saldırganlar kaçtı. Tanıkların anlatımlarına göre 16 Mart’ta dikkati çeken bir değişiklik vardı. Öğrenciler her gün polisin gözetiminde okuldan çıkarken görmeye aşina oldukları polisler gitmiş, yerlerine başka polisler getirilmişti. Başlarında daha sonraki pek çok hadisede ve Hrant Dink cinayetinde adı geçen komiser Reşat Altay vardı. Bazı tanıklıklarda 16 Mart günü öğrencilerin İstanbul Üniversitesi Merkez Bina Süleymaniye çıkışından çıkmak istedikleri ancak polisin zorlamasıyla ana kapıya yöneldikleri anlatılıyor. Öğrenciler saat ikiye doğru ana kapıdan çıktığında onları “Beyazıt komünistlere mezar olacak” diye slogan atan grup karşıladı. Ana kapıdan çıkan öğrenci grubunun başı Eczacılık Fakültesi önüne geldiğinde öğrencilerin ortasına bomba atıldı, arkasından silahlar patlamaya başladı. 7 öğrenci; Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl, Murat Kurt hayattan kopartıldı. 50’ye yakın öğrenci de yaralandı.

Katliam tüm ülkede öfkeyle karşılandı. On binlerce öğrenci İstanbul Üniversitesi’ni işgal etti. Hayatını yitirenler on binlerce kişinin katıldığı törenle uğurlandılar. DİSK katliamın ardından iki günlük, iki saat iş bırakma eylemi örgütledi. Ardından düzenlenen Faşizme İhtar Mitingine binlerce işçi ve yurttaş katıldı.

Olayın faillerinden Zülkif İsot katliamı itiraf etti ama olayı aydınlatacak gerçekleri anlatmasına fırsat verilmedi, kendi arkadaşları tarafından öldürüldü.

1997 yılında ısrarlı bir hukuk mücadelesiyle 16 Mart Davası tekrar açıldı. Saldırıyı gerçekleştirenler ve bağlantılar ortaya çıkarıldı, muhataplar mahkemeye çağrıldı ama üzerlerindeki devlet koruması yargılanmalarına, ceza almalarına izin vermedi. Katliama ortak olmuş isimlerin hemen hepsi yükselmiş, daha sonraki pek çok katliamda görev almışlardı. 21 Ocak 2010’da dava zamanaşımından düşürüldü.

SOLA KARŞI ULUSLARARASI SAVAŞ

Katliam, kışkırtma, cinayet gibi yöntemler egemenler tarafından tarihin her döneminde kullanıldı. Bu siyaset "komünist tehdit" karşısında en baştan beri gündemde oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise çok daha planlı şekilde uygulandı.

Hitler Almanya’sı yıkılınca antikomünist saldırı konusunda yetkinleşmiş Nazilerin ABD’nin hizmetine girmesi çok kolay oldu. Bu isimlerin en önemlilerinden biri, Nazi istihbaratının Sovyetler Birliği Birim Başkanlığı’nı ve Doğu Yabancılar Orduları Komutanlığı’nı yürüten Reinhard Gehlen’dir. Sovyetlere dair elindeki bilgilerle kendisini ABD’ye kolayca kabul ettirmiştir. Gehlen, Sovyetlerle ancak ABD’nin başa çıkabileceğine inanıyordu. ABD onun sadece istihbarat bilgisine sahip biri olmadığını kısa sürede anladı. Antikomünist mücadelenin yeni döneminde çok önemli görevler üstlenecekti. Gehlen, CIA’nın organizatörlüğünde, Avrupa dâhil pek çok ülkeden gelen ordu mensuplarını ve ordu kökenli kişileri, ABD’de eğitmeye başladı. Kontrgerilla faaliyetleri resmi, gayrı resmi her türlü aracıyla uluslararası bir organizasyon çerçevesinde kurumsallaştırılıyordu. Eğitim, öğretim sürecinin ardından İtalya’da Gladio, Fransa’da Roses des Vents, Portekiz’de Aginter Pres, Belçika’da Glaive, Almanya’da Anti-komünist Saldırı Birliği… gibi birçok kontrgerilla yapılanması kuruldu. Bu yapılanmalar CIA tarafından finanse ediliyordu

GAHLEN’İN TÜRKİYELİ TALEBELERİ

Türkiye’den, ilerleyen yıllarda kontrgerillanın önemli şahısları haline gelecek isimler Gehlen’in öğrencisi oldu. 1948’de yukarıda bahsedilen organizasyon kapsamında “Özel Harp” eğitimi almak üzere 16 subay ABD’ye götürüldü. Bilindiği gibi aynı yıllarda Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi oluşumlar ABD merkezli planla kuruluyordu.

ABD’de eğitilenler öğrendiklerini 1950’de başlayan Kore Savaşı’nda pratik olarak da tecrübe ettiler. Hemen ardından işkenceli sorgu tekniklerini, suikastları ülkemizde sosyalistlere dönük kullanmaya başladılar. 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya girişiyle birlikte kontrgerilla yapılanması da özel bir protokolle kuruldu. Adı “Özel Harp Dairesi” (ÖHD), resmi adı “Seferberlik Tetkik Kurulu” oldu. Kurulurken Meclis’in, hükümetin dahi bilgisi yoktu. Yalnızca protokolde imzası bulunan Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı ve Milli Savunma Bakanı’nın ordu üzerinden kurulan bu yapıya dair bilgisi vardı.

Demokrat Partili yıllarda Türkiye, bölgesindeki en Amerikancı, antikomünist siyaseti en başarılı biçimde yürüten ülkelerin başında sayılıyordu. Kıbrıs meselesiyle ilgili örgütlenmeler ve yapılanlar ÖHD’nin ilk önemli işlerinden sayılabilir.

Ülkemiz tarihinin bir başka utanç sayfası 1955 6-7 Eylülü’nde açılıyordu. Olayların gerçekleştiği sırada Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan ve daha sonra generalliğe yükseltilen Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül pogromu hakkında “6-7 Eylül bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi ve amacına ulaştı" diyordu. Saldırıların sorumlusu olarak solcuların ilan edilmesi de kontrgerillanın daha sonra da kullanacağı yöntemlerden birisiydi.

Emperyalist siyasetin yeni koşullarına uyum sağlayamayan DP, 27 Mayıs Darbesi’yle yıkıldı. 60’lı yıllar asker-sivil bürokrasi içindeki iç gerilimlerle ve mücadelelerle geçti. Bu kısa dönem kontrgerilla faaliyetlerinde kısmi bir duraklamaya yol açtı. Görece demokratik özellikler taşıyan 61 Anayasası, büyüyen işçi sınıfı ve onun sola yönelmesi, gençlik içindeki siyasal hareketlenme emperyalist siyasetin taviz veremeyeceği bir toplumsal ilerlemeydi. 12 Mart döneminin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı.” diyordu.

1965 seçimlerinde Demirel iktidar olunca kontrgerilla örgütlenmesi hızlandırıldı. MİT ve ÖHD büyütülüyor, bütçeleri katlanarak artıyordu. Bu arada TİP, DİSK kuruluyor, toprak işgalleri, grevler, gençlik eylemleri yaygınlaşıyordu. Egemenler sadece resmi-gayrı resmi kontrgerilla yapılarını büyütmekle yetinmediler, tüm toplumu kuşatacak bir plan devreye sokuluyordu. İmam hatip okullarının sayıları artırılıyor, İslamcı siyasetin büyümesi, güncel siyasette daha fazla rol alması için önü açılıyordu.

1944 Irkçılık Davası sanığı, 1948 ABD eğitimlisi ve 27 Mayıs komutanlarından Alparslan Türkeş, kızağa çekilerek gönderildiği Hindistan’dan aynı dönemde geri döndü. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne (CKMP) katılarak “sivil siyasete” girdi. Kısa sürede genel başkan olmayı başardı ve 65 seçimlerinde vekil olarak Meclis’e girdi. Sonrasında MHP’ye giden süreç devam etti. Böylece yükselen solu durdurmak için kontrgerillanın sivil ayağı da kurumsallaştırılıyordu. ÖHD başkanlığı yapmış tümgeneral emeklisi Daniş Karabelen MHP’li öğrencilerin eğitilmesi için Komando Kamplarının kurulmasını öneriyordu.

70’li YILLAR… DARBEYE RAĞMEN BÜYÜYEN SOL ve ARTAN SALDIRILAR

1969’da Taylan Özgür’ün katledilmesi dönüm noktasıydı. Bu tarihten 12 Mart Darbesine kadar onlarca devrimci, sivil faşistler ve devletin resmi güçleri tarafından katledildi. Solculara dönük saldırılarını tırmandıran kontrgerilla ve sivil yapılanması olan faşist güçler, tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi 12 Mart öncesinde de darbeye uygun bir ortam yaratmaya çalışıyorlardı. Pek çok provokatif eylem kontrgerilla tarafından tezgâhlanıyor ve solcuların üzerine atılıyordu.

12 Mart devrimcilere dönük ezme, yok etme harekâtıydı. Rejim yargısız infazlarla, suikastlarla ve mahkemelerde verdiği kararlarla devrimcileri katletti. 12 Mart aynı zamanda 61 Anayasası’nın görece özgürlükçü yanlarını törpüledi. Ordu içinde ilerici subaylar bu süreçte tasfiye edildi.

Ama toplumsal muhalefet kısa süre içinde tekrar yükselişe geçti. “Direnme” 70 sonrası yükselişin en önemli temellerinden biri oldu. Diğer yandan darbenin baskısı, halkın yaşam koşullarının her geçen gün kötüleşmesi toplumsal muhalefetin hızla büyümesini sağladı. Solun engellenmesi için kontrgerilla da daha kapsamlı bir atağa girişti. Okullar, mahalleler başta olmak üzere solun geliştiği, gelişme potansiyeli taşıyan her yer sivil faşistler tarafından işgal ediliyordu. Artık sıradan mahalle halkının, öğrencinin bile “can güvenliği” gibi bir sorunu vardı.

1973 seçimlerinde CHP’nin yükselen oyu ve MSP ile kurduğu koalisyon döneminde kontrgerilla faaliyeti duraksamaya uğradı. Hükümet af çıkarttı, pek çok tutuklu serbest bırakıldı, faşist kadrolaşma atağı kısa bir süreliğine durdu.

1974 yılında ABD’ye rağmen yapılan “Kıbrıs Barış Harekatı” kontrgerilla tartışmalarının da gündeme gelmesine neden oldu. ABD ambargosuna kadar, giderleri ABD tarafından karşılanan gayrı nizami harp yapılanmasının bütçesi kesilince, bazı personelin maaşları dahi ödenemez duruma geldi. Bunun üzerine Ecevit’e para için başvuruldu ve Ecevit böyle bir yapılanmadan yeni haberi olduğunu açıkladı. Bu tarihten sonra “kontrgerilla var mı yok mu?” sorusuna hep maruz kaldı.

Kıbrıs Harekatı’ndan sonra CHP-MSP hükümeti dağıldı, Demirel başbakanlığında AP-MSP-MHP’den oluşan Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu. MC Hükümeti “komünizme karşı savaş” koalisyonuydu. Bu yalnızca sosyalistlere dönük bir düşmanlık olarak algılanmamalı, dönemin sağı kendi solunda gördüğü herkese düşmandı. CHP de bu düşmanların başında geliyordu. Sermaye, sağ kamuoyu “komünizm tehdidine” karşı ikna edilmeye çalışılıyordu. Hükümette, üç vekili olan MHP’nin üç bakanlığı vardı. Faşist saldırılar, işgaller hızla yayılıyordu. Yıllar yılı anlatılan “sağ sol çatışması” söyleminin gerçeği şuydu: 1977’ye gelinirken faşist saldırılarda ölenlerin sayısı 100’ü (çoğu genç) bulmuştu. Çatışmalarda sadece 4 sağcı ölmüştü.

Bu gergin ortamın ve büyüyen ekonomik krizin etkisiyle 77 Haziran’ında yapılmak üzere erken seçim kararı alındı. Solun yükselişi engellenemiyordu, bunun seçimlere dönük yansıması muhtemeldi. Engellenmesi için uygulamaya konulan terör 1977 1 Mayıs’ında sahnedeydi. Otuz dört insan kitlenin üzerine açılan ateşte kurşunların hedefi oldular, katledildiler. Bu katliam halkta bir şok etkisi yarattı ama solun yükselişini durduramadı. Seçimler öncesinde CHP mitinglerine dönük provokasyonlar, Ecevit’e dönük suikast girişimleri devreye sokuldu. MHP daha 77’de darbe yapılmasını sağlamaya çalışıyordu.

Haziranda yapılan seçimlerde yüzde 42 oranında oy almasına rağmen CHP hükümeti kuramadı ve ikinci MC hükümeti kuruldu. Çatışmalar yükseliyordu, ama ikinci MC’nin de ömrü kısa sürdü. “Güneş Motel hadisesi”yle 11 AP milletvekili CHP’ye geçti ve Ecevit azınlık hükümetini kurdu. Bu arada kontrgerilla sorularına maruz kalmaya devam eden Ecevit böyle bir şeyin olmadığını söyledi.

Saldırılar tırmanmaya devam ediyordu. Okullarda öğretim özgürlüğünün, can güvenliğinin kalmadığı, aynı şekilde semtlerde mahallelerde gündelik yaşamın faşist zorbalıkla felce uğratıldığı, herhangi bir insanın kurşunların her an hedefi olabileceği bir ortam oluşmuştu. Ancak her şeye rağmen bütün olanaklar kullanılarak devreye sokulan plan, faşist işgallerin kırılmasına engel olamadı.

16 MART… KİTLE KATLİAMLARI DEVREYE SOKULUYOR

16 Mart Katliamı böyle bir ortamda gerçekleşti. Toplumu teslim almaya yönelik yapılan faşist işgal harekâtı başarılı olamayınca katliamların dozu artırıldı. Terör solculara, aydınlara, akademisyenlere ve bütün topluma yöneldi. Terör ortamıyla darbenin yolunu açma hedefi sürüyordu. 16 Mart katliamından kısa süre sonra öğretim üyesi Server Tanilli vuruldu, saldırıdan ağır yara alarak kurtuldu. Sonrasında Ankara’da Bedrettin Cömert, Trabzon’da Necdet Bulut, yine İstanbul’da Bedri Karafakioğlu katledildi. Sivas’ta Alevi mahallelerine dönük katliam tezgâhlandı ama direniş sayesinde başarılamadı. Ankara Balgat’ta kahve taranarak 5 kişi, Bahçelievler’de ise 7 TiP’li evlerine baskın yapılarak öldürüldü. Aralık 78’de ise ülkemiz ve insanlık tarihin en vahşi katliamlarından biri, Maraş Katliamı tertiplendi. Maraş Katliamı sonrası Ecevit Hükümeti 13 ilde sıkıyönetim ilan etti.

Saldırılar ve katliamlar 1979 ve 80’de 12 Eylül’e kadar sürdü. Kontrgerillanın, sivil faşist hareketin yenemediği halkı bastırmak için ordunun postalları devreye giriyordu. Elbette ABD, CIA, NATO onayı, desteği ve gözetimiyle…

16 Mart davasının faillerinin, sorumlularının yargı önüne çıksaydı, dava adil şekilde görülseydi, resmi -gayrı resmi kontrgerilla ağı da ortaya çıkacaktı. Bu yüzden dava zamanaşımına uğratıldı, failler bu yüzden korundu.

16 Mart’ı unutmamak önemli. Üniversiteliler, devrimci öğrenciler aradan geçen bunca zamandır, her yıl Eczacılık Fakültesi önünde katledilen öğrencileri anıyor. 16 Mart gençliğe yönelmiş ilk kitle katliamlarından biriydi. Aradan yıllar geçtikten sonra, ne yazık ki son olmadığını Suruç’ta 33 insanımızın katledildiği saldırıda bir kez daha gördük.

Sadece unutmamak için değil, aynı zamanda yarınlarımız için…