İzahı ve İmayı Bir Yana Bırakıp Hatırlatmalar Yapma Zamanı

"İş ve aş bekleyen, insanca yaşamak isteyen, hala kayıplarını arayan depremzedeler tüm acı ve yitikleriyle yaşama tutunmaya çalışırken konteynerlerde yaşayanlara 200 bin ev teslimiyle övünenleri alkışlayabilir miyiz?"

Bu yazının konusu yine ülke gerçekleri, sorunlar ve sorular olacak. Neden derseniz cevapsız sorular, çözümsüz sorunlar arasında çırpındıkça şimdilik yazacak başka konu yok ve bu gidişle de bir süre olmayacak. Madde madde özetlersek;

Parçalı bulutlu, çatışmalı- tartışmalı, gölgeli puslu bu havada gerçekleri görmezsek, sorumlu davranmazsak çözüm üretebilir miyiz? Medeni kanundan dil devrimine, kadın haklarından çağdaş eğitime, sağlıktan sanayiye kadar her alanda ve her anlamda Cumhuriyetin kuruluş destanını, arkasındaki emek ve özveriyi unutup, unutturabilir miyiz?

Oyun kurucu, anahtar, dünya lideri, ihracat rekortmeni ve vazgeçilmez olanların(!) siyasi şaşkınlığının, meydan okumalarının, ani çıkışlarının, ötekileştiren ve dışlayan açıklamalarının bizde yarattığı soru işaretlerine duyarsız kalabilir miyiz? Bazı olaylar karşısında ne kalabilir ne de kaçabilirken; Gencecik teğmenlerin ordudan ihracına, deprem bölgesinde verilen sözlerin tutulmamasına, protokol için ana yollara asfalt dökülerek göz boyanmasına, sorunların çığ gibi artışının yok sayılmasına, ölümlerin kadere bağlanmasına aldırmadan yaşayabilir miyiz?

İş ve aş bekleyen, insanca yaşamak isteyen, hala kayıplarını arayan depremzedeler tüm acı ve yitikleriyle yaşama tutunmaya çalışırken konteynerlerde yaşayanlara 200 bin ev teslimiyle övünenleri alkışlayabilir miyiz?

Hayret ki ne hayret…

“Korkulu rüya görmektense uyanık yatmak yeğdir!” şeklinde ata sözünün derin anlamını yok sayarak; Akılla sevgiyi, dostlukla vefayı, bilinçle direnişi, değerlerle günceli bütünleştirmeden yol alabilir, çağdaş dünyayla yarışabilir miyiz?

Onuru, umutları, hayalleri, gelecek beklentileri yarım kalan ve yaralanan 78 bin okul, 1.2 milyon öğretmen, 18 milyon öğrenci ve atama bekleyen 1 milyon öğretmenin yansıtamadıkları çok boyutlu problemleri varlığını sürdürürken; MEB’in kamusal sorumluluğunu yerine getirdiğini varsayabilir miyiz?

Çalışmaya hazır 5 milyon kişi iş bulma umudunu kaybetmişken, her üç kişiden biri işsizken, 15-29 yaş arası ev genci oranı yüzde 36.6 iken izahı ve imayı bir yana bırakarak vicdani, ahlaki, insani görevlerimizi yerine getirmiş sayılabilir miyiz?

Türk eğitim sisteminin dönemlerinde, ellerinde ve yönetimlerinde geldiği ve getirildiği yeri gören, bilen ve bu durumdan kaygı duyanlar olarak, CB’nın; “Hepimiz aynı gemideyiz” sözüne; “Biz Bandırma Vapurundan hiç inmedik!” şeklinde tereddütsüz cevap vermez miyiz?

11 ili kapsayan, 14 milyondan fazla yurttaşımızı etkileyen, 53 bin canı kaybettiğimiz Kahramanmaraş merkezli depremden sonra, kayıpların hala bulunmadığı, acıların hala ilk günkü gibi taze olduğu, çürük binaları yapanların firar ettiği, adalet arayışının sürdüğü, verilen sözlerin çoğunun tutulmadığı 6 Şubat gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önünde iken! “Ne unuturuz, ne affederiz! Acımız ilk günkü gibi!” diyen depremzedelerin sesi duyulmazken, konteynerlere mahkum yaşayanlar arasında yok sayılma, kırgınlık ve yorgunluktan kaynaklanan intiharlar, boşanmalar artarken! Uzmanların; “Deprem kapıda, hazırlıklı olun!” uyarılarına rağmen İstanbul’da toplanma alanlarına 95 adet AVM yapılmasının nasıl bir mantık olduğunu sormadan geçebilir miyiz?

Depremzedelerin yüzde 44’ü beslenemediği için, barınma sorunları çözülmediği için, zorlu koşullarda yaşam devam ettiği için çocuklarda zayıflık, bodurluk, yetişkinlerde psikolojik yıkımın, ruhsal sorunların arttığını yok sayabilir miyiz?

Vicdani, ahlaki, insani boyutu yüksek sorunlar ve sonuçları…

Kayıplarla ve acılarla dolu günlerden geçerken, sadece kişisel değil, toplumsal olarak acı deneyimler yaşarken, yaşamadan ve yaşlanmadan kopup gidenleri, yatakları, sıraları boş kalan çocukları, acıları yaşam boyu dinmeyecek aileleri görürken; ne yazsak içimizdekini anlatmaya yetmeyeceğini bile bile kalem oynatmanın ne kadar zor olduğunu görmezden gelebilir miyiz?

Hal böyle iken; kucaklamaya hazır anneleri, kocaman dağ gibi sırt dayanılan babaları, yüreği de sevgisi de sınır tanımayan dede ve nineleri, sevgisi, şefkati, sabrı, yakınlığı, el tutuşuyla yüreklere yerleşen dostları unutabilir miyiz?

Kasap Uğur Tüylü’nün; “Eskinin tadı kalmadı, 20 gram, 50 gram kıyma alan var, yeter ki yemeğe tat versin diyorlar!” şeklindeki sözünden etkilenmez miyiz?

Özetle! Bölgeye ve ülkeye öncü olarak tanıtılan yöneticilerimizin kalıcı çileleri protokoler makyajlarla örtme gayretlerine karşılık söyleyecek sözleri yok mu? Durmadan kaos kuyusu kazanlar acep akıllarına temkin, tedbir, ihtiyat gibi kavramları getiriyorlar mı? Düğümleri düğüne çevirmek yönetim kadrosunun işi ve görevi iken düğüm üstüne düğüm atmak niye? Duyguların, tutkuların, hayallerin ağır bastığı gerçek dünyayla bu koşullarda nasıl yarışabiliriz ya da yarışabilir miyiz sorusuna yanıtları var mı?

Özetin özeti! Kastedilerek, pas geçilerek, ihmal edilerek, hesaplı kitaplı adımlar atılarak, ölümlere ve ölmeye alıştık ve alıştırıldık artık. Yangından patlamaya, taşan sulardan sel basmalarına, patlama, deprem, trafik, maden, siyanür vb. gibi afetlere kadar neden her sorun gelip bizi buluyor? Bu nasıl bir kaderdir? Sineye çekerek, kulak ardı ederek, katlanarak, işi kadere yükleyerek nereye kadar? İnanmak ve kuşkulanmak arası gidip geliyoruz, şaşırmak ve telaş arasında boğulup duruyoruz.

Demem o ki! Ülkesi için verdiği mücadelede akılla, tutkuyla, sabırla, sevgiyle yol alırken; Yaşamını, sağlığını önemsemeyip, 57 yaşında göçüp giden Büyük Atatürk’ü unutturma çabalarına göz yumabilir miyiz?