Bunca soruya yanıtı bir yazıda aramak…

Havada asılı kalan keşkelerle, cevapsız sorularla geçen zaman! Tüm bunların nedeni halkı geri kalmışlıktan kurtarmama gerçeği mi? Ben ne dersem o mantığı mı? Bu millete “ne versem yer!” kolaycılığı mı?

Yazıma soruyla başlayıp cevabı kendim verirsem, baştan ve peşinen söylemeliyim! Ne bu satırların yazarı bu kadar yetenekli? Ne de ülkeyi yönetenler bu kadar duyarlı? İyisi mi biz yine bildiğimiz yoldan şaşmayalım, yanıt gelmeyeceğini bile bile sorunları sıralayalım…

Payına düşen mağduriyeti her koşulda sahiplenen, önceliği hep kendisine ve ikbaline veren, genelde ülkemizin, özelde deprem bölgesinde yaşayanların kırgın, kızgın ve öfkeli olduğunu görmeyen! Yunanistan’da yaşanan tren kazasında 38 kişi hayatını kaybedince; “Bu ölümcül hatanın sorumluluğunu üstleniyorum. Yitirilen canlar karşısında önemsiz de olsa bir saygı göstergesi olarak istifa ediyorum!” diyerek görevinden ayrılan Ulaştırma Bakanı Kostas Karamanlis’in vicdani dersinden bile etkilenmeyenlere sormalıyız?

1935 yılında Büyük Atatürk’ün Kızılay adını verdiği, Cumhuriyetin gözbebeği kurumların başında gelen Kızılay’ın; İhaleyle kandan çadıra, konserveden battaniyeye her yardımı satışa sunması bir pazarlama başarısı mı? Kurumları bitirme gayreti mi? Halkın güvenini yerle bir etme faaliyeti mi? Hepsi mi?

Keşkeler havada asılı duruyor!

Devam ederek; Yatırımdan sağlığa, gayrimenkulden ARGE’ye, kültür ve sanattan tekstile, lojistikten yapı sistemlerine, yiyecek içecekten medikal ürünlere kadar çok yönlü, çok donanımlı, çok yetenekli, çok bilgili Kınık Başkan tarafından aynı anda 12 koltuk birden işgal edilen! Yardımlarla toplananları parayla satan! Yandaşlara köşe başlarını tutturan! Bir yardım kuruluşunu adeta şirketler topluğuna, holdinge dönüştüren! Babalı, oğullu, kızlı mutlu mesut bir aile şirketi gibi çalıştıran Kızılay’ın işleyişine bakarsak;

Partiye yakınlığı bilinen, parti yönetiminde görev alan, seçimlerde aday adayı olan, bir zamanlar belediye başkanlığı yapan, ülkenin yakıcı öncelikleri dururken Somali’den Mogadişu’ya milyar dolarlar akıtan, başında bulunanlara 27 binle - 98 bin TL maaş bağlayan ve adeta partinin arka bahçesi sayılan bir kurumla karşılaşırız. Böyle bir kuruma güven olur mu? Ya da niye olsun?

Bu durumda soru şudur.

Mesleki bağımsızlık, şeffaflık, tarafsızlık ve doğruluk gibi ölçülerin olmazsa olmaz olduğu TÜİK gibi, KIZILAY gibi güvenleri yerle bir eden kuruluşların başına gelenlerden, başına getirilenler sorumlu değil midir? Evet derseniz? Görünen köydür cevabım…

Sümerbank, Türk Hava Kurumu, Hıfzıssıhha Enstitüsü derken sıranın Kızılay’a gelmesi Atatürk’ün mirasını bitirme gayreti değil midir?

CB’nin deprem bölgelerinde çocuklara para dağıtması muhtaç kültürünün, sadaka kültürünün, yoksulluğu ortadan kaldırmak yerine, empati yoksunluğunun, sosyal devletten uzaklaşmayı hedefleyen görüşün dışa vurumu değil midir? Ya da yangında otobüsün üzerinden çay fırlatmanın yeni bir versiyonuyla mı karşı karşıyayız?

Hal böyle iken, depremin enkazı unutulup siyasi enkaz tartışılırken! İhmalden kaynaklanan nedenlerden ötürü, çürük binalara geçit verenlerden dolayı, hesap sormayanlar yüzünden 11 ilde 50 bine yakın, Hatay’da 20 bin, Adıyaman’da 30 bin canın yitip gitmesi, telefonlardan akraba, dost, arkadaşlara ait numaraların silinmesine tepki göstermeyelim mi?

Yok, olan kentlerin, tarihsel mirasın bedelini kimse ödemesin mi? Çocukların kayıp, ailelerin perişan, yönetimin habersiz olması kimin suçu? Muhalefet eleştirmesin, gerçekler yazılıp konuşulmasın, çocukların eline para sıkıştırılsın, sorumluluk alınmasın, olup biten kaderle açıklansın. Bu yıkımdaki sorumluluk ve tartışılmayacak kadar net ve serttir. Öncelikle asla cevabını alamayacağımız bu soruları beynimizin en derinine kazımalıyız.

Küçücük parasını, azıcık nefesini, kocaman yüreğini ortaya koyarak bölgeye koşanlara el uzatılmasın, kayıp çocuklar nerede diye sorulmasın. Depremzedeler unutulup, yeni depremzadeler yaratılsın, onlara iş imkanları rant alanları açılsın. İstifa yerine helalleşme gündeme getirilsin. Futbola, tribünlere gerilim amaçlı yasaklar konsun. Habercilere saldırılsın. Öfke üzerine kurulan ve gittikçe keskinleşen siyasi kutuplaşma artırılsın. Sonra?

Sonrası şu ki havada asılı kalan keşkelerle, cevapsız sorularla geçen zaman! Tüm bunların nedeni halkı geri kalmışlıktan kurtarmama gerçeği mi? Ben ne dersem o mantığı mı? Bu millete “ne versem yer!” kolaycılığı mı? İhmal- felaket- cinayet üçlüsünü fıtrata yükleyip rahatlama kaderciliği mi? Ucuz fırsatçılık mı? Bu sorulara yetkililerin cevap vermesi gerekir. Gerekmez mi?

Nokta Cahit Sıtkı’dan; “Daha sürer mi dersin bu şaşkınlık?/ Yarını ne olacak dünyamızın/ Biz yaşımızı, başımızı aldık/ Allah çocuklarımıza acısın!”