Doğrusu pek çok şeyin adı var ama tadı yok…

Yönetime göre ortam güllük gülistanlıksa! Bakan durmadan rüya görüyorsa! Batı bizi kıskanmayı sürdürüyorsa! Her alanda destan yazmayı sürdürüyorsak! Bu...

Yönetime göre ortam güllük gülistanlıksa! Bakan durmadan rüya görüyorsa! Batı bizi kıskanmayı sürdürüyorsa! Her alanda destan yazmayı sürdürüyorsak! Bu tedirginlik niye?

Sokağa göre maaşlar yerinde sayıyor, emekli kan ağlıyor, zamlar uçuşa geçmiş, benzin alıp başını gitmiş, genç işsizlik rekora koşuyor, enflasyon tutulamaz, dizginlenemez haldeyken ve hal böyle iken neyin tadı kalır ki? Ya da niye kalsın!

Cumhuriyet her alanda sağladığı kazanımlarla destan yazmışken; özellikle kadınlar; yazar, çizer, sanatçı, hekim, mimar, mühendis, hukukçu, eğitimci, akademisyen, bilim insanı ve emekçi kadınlar yetiştirmişken ve o zaman AKP yokken…

Ülkemiz, genç işsizlikte zirveye oynarken, avukatlara biber gazı sıkılıp, yerlerde sürüklenirken, kutuplaşma politikası ile gerilen ortam korku yaratırken, döviz girişindeki sıkıntı, turizm gelirlerindeki düşme gibi nedenlerle ekonomi çok ciddi ölçüde alarm verirken ve yetkili ağızlardan inandırıcı bir durum tespiti yapılmazken, ağız tadından söz edilir mi?

Hor ve zor zamanlardan geçtiğimiz bugünlerde; Yüreğin tam ortasına dokunan sözler işitirken, yer yer çaresiz ve umarsız kalırken, pek çok konuyu sandalye sayısına güvenerek, yasaya ve kılıfa uydurmalar, yeniden düzenlemeler, ben yaptım oldu diyerek sabaha doğru meclisten geçirmeler hız kesmezken tat mı dediniz?

Bir şey yapmayı beton olarak görmenin moda olduğu ve yükselen değer sayıldığı! Ülkenin geçmişindeki onca sosyal, kültürel, siyasal mirasın görmezden gelindiği! Toplumsal arka planın yok sayıldığı! Özgürlüklerin azaldığı, demokrasinin daraltıldığı, korku dağlarının büyüdüğü, hırsın toplumsal çürümeye zemin yarattığı ve kırılan toplumsal fay hatlarından menfaat arandığı bir ortamda tat mı kalır?

O halde sorulara devam!

İçine düştüğümüz çukurlar, bin bir eziyetle tırmandığımız tepeler, dişle tırnakla kazıyarak ulaştığımız noktalar bir çırpıda yerle bir ediliyorsa ağızda tat kalır mı? (bayram gelmiş neyime!)

Ayağına taş, gözüne yaş gelmesin diye dua ettiğimiz evlatlarımız; “Karamsarım, çünkü geleceksizim!” diyerek güvenli bir iklime ihtiyaç duyuyorsa, onlara yıllardır didaktik, otokratik, üsttenci bir dille sesleniliyorsa! UNESCO verilerine göre Türkiye, kitap okuma oranında 86.sırada yer alarak Afrika ülkeleriyle aynı kategoride ise! TÜİK’e göre ülkemizde kitap, ihtiyaç listesinin 235.sırasında yer alıyorsa! Üniversiteler reklama harcadığı parayı kütüphane kurmaya harcamıyorsa! Kültürel kimlik ve alt yapı adına yaratılan ortamdan tat almak mı dediniz?

TÜİK enflasyonda açıkladığı oranla kimseleri inandıramazken, sokaktaki enflasyon yüzde 30’a dayanmışken, savunma nöbetinde kararlı bir duruş ve oturma eylemi sergileyen barolara yandaş nöbetçiler durmadan(!) müdahale ederken toplumsal huzurdan söz etmek mi?

Salgın sırasında şiddetin artıp, şikâyetlerin azaldığı, gerek ülkemizde gerek dünyada evde kalan erkeklerin şiddetin dozunu artırdığı, buna karşılık ölümcül sessizliğin hüküm sürdüğü topraklarda yaşananlar yok sayılıyorsa! Adı olmayan(!) kadının ağzının tadı niye olsun?

Başta toplumun, sonra da her meslek grubunun çözüm bekleyen bunca sorunu varken, tarih gömülüp, beton övülürken, yoksul köylü, işsizlik ve parasızlıkla sınanan gariban halk derdini anlatacak merci bulamazken, Çankırı’da 2017’de büyük ve pahalı törenlerle atılan baraj temelinin yerinde yeller eserken! Antik kentler hırsa kurban edilip, santral yapmaya doymayanlar termik dumanıyla halkı boğarken! Ağız tadını ara ki bulasın.

Yıllardır bekledikleri düğün ve nişan günlerini; renksiz, heyecansız, tatsız törenlerle yaşayan gençler, “hayal ettiğim halayı çekemedikten sonra neyleyim böyle düğünü!” diye yakınan damatlar, okula başladıkları günden beri diploma töreni ve mezuniyet balosu coşkusu taşıyan öğrenciler sanal ortamda uzaktan el sallayarak kutlama yapıyorsa ağızlarda tat niye olsun.

İşsizlik, yoksulluk, enflasyon, adalet, eğitim, kadına şiddet başta olmak üzere dağ gibi dertlerimiz varken, işsizler ordusu çalışan sayısını geçerken! Unutalı çok olduğumuz, o da ne diye sorduğumuz ağız tadı, siyaset adına Ayasofya’ya kitlenirken o tat niye olsun?

Mutlu olmadığımızı biliyor, görüyor, seziyor, izliyoruz. Yaşadığımız koşullarda nasıl mutlu olunabilir ki? Bu havayı yaratmak bir beceri midir? Bilemiyorum. Bunca soru ve örnekten sonra bildiğim o ki; İnsanların “insaf!” diyerek nefes ve umut aradığı bu ortamda! Halkın bir kısmını Ayasofya heyecanı sarmışken, yükü ağır ki ne ağır olan toplumun büyük kesiminin karamsar ve kaygılı olduğu ortada iken, henüz farkına varamadığımız, yapmadığımız, yapamadığımız ne çok şey var diye düşünürken imdadıma iki isim yetişti;

İlki Nobel Ödüllü Türk Bilim İnsanı Prof. Dr. Aziz Sancar’ın; “Bizim için en büyük ödül Atatürk’tür. Gözünüzü seveyim gençler! Çok çalışın da başımıza icat çıkarın.” Sözleri…

İkincisi moral balonlarımızı patlatmak için hazır bekleyenlere inat! Mansur Başkanın sessiz, abartısız, kibirsiz bir şekilde çalışması ve Anıtkabir’i işaret ederek; “7 bin yılda bir görülen Neowise kuyruklu yıldızının Ankara semalarında gözlemlenmesini kaçıranlar üzülmesin! Biz zaten mevcudiyetimize ışık tutan muhteşem bir yıldıza sahibiz.” Şeklindeki sözleri kararan içimi aydınlattı. Sn. Sancar’ı ve Mansur Başkanı köşemden ağız ve gönül dolusu teşekkürlerimle selamlıyorum…

Toparlarsam konu şu! Olup biteni fark etmek! Ya da fark edememek! Bütün mesele budur ve yazımın amacı da bu son cümlede saklıdır. Yazıya içeriği tamamlayacak bir şiirle nokta koyarsam derim ki; “Önce! Güneşe doğma dediğim sabahlar vardı/ Sonra! Varsın ne olursa olsun dediğim umursamazlıklar geldi/ Şimdi! Batmasın diye haber saldığım akşamlardayım.”