Yaşamadan ve yaşlanmadan ölenlerin anısına…

Ve Ali sırtını onlara dönüp, teyzesinin ağzına uzattığı damlalıkla suyunu içecek ve hiçbir şey söylemeyecek. Kime ne söylesin ki Ali?

“Kısa yazarak, uzun düşündüreceğim başlıklı yazıma!” gösterilen ilgi nedeniyle ve görülen lüzum üzerine bugün yine yüzümü ve kalemimi haksız savaşların yaşandığı topraklara çeviriyorum…

Gazze’deki çaresizlik, savaş, şiddet, nefret! Vicdanını kaybedenlerin çokluğu, yaralılarla dolup boşalan hastaneler! 2000 yılında oğullarını, şimdi de ailelerini kaybedenlerin bitmeyen acısı! Yerle bir edilen hastanelerde ölümü bekleyen hastalar! Kaldırılamayan ve enkazlar da bekletilen cenazeler nedeniyle salgın hastalık riski! Feryatları duymayan, görmeyen, yok sayan BATI! Çoluk çocuk katledilirken sesi soluğu çıkmayan Avrupa! Sağlıklı ve sonuç odaklı düşüncelerden uzak bir diplomasi! Hasta, yaşlı, çocuk demeden hastaneleri bombalamanın adı savaş suçu mu, soykırım mı, insanlık suçu mu? Hepsi mi?

Savaş bir cinayetse; o savaşı körükleyenlere, yangına körükle gidenlere, cinayeti hesaplı kitaplı işleyenlere, gözünü kapatıp, kulağını tıkayıp, dilini kısanlara ne demeli?

Gelelim bu yazının omurgasını oluşturan başrol oyuncusu ABD’nin siciline…

Yıl 2001 Afganistan’a girdi. 200 bin kişi öldü…

Yıl 2003 Irak’a girdi. 1 milyon ölü var…

Yıl 2011 Libya’ya el attı. 500 bin kişi can verdi…

Yıl 2011 Suriye’de iç savaş çıkarttı. 600 bin ölü var…

Savaşın arka yüzünden unutulmaz kareler…

Annesiyle aynı tabuta koyulan bebeğin ağzındaki emzik!

Yüzünün yarısı yanan çocuğun yürek yakan çığlıkları!

Tankların önünden çocuklarıyla kaçmaya çalışan babanın çaresizliği!

Çocukların rastgele savrulan kurşunlardan korumak için bağrına basan annenin gözlerindeki korku!

Ölen evlatlarının arkasından gözyaşı döken aileler!

Gidecek halleri, gidecek yerleri olmayan, hayalleri de, hayatları da, umutları da tükenen insanlar!

Sıralananlar; bir insanlık suçunun, herkesin, hepimizin suçlu olduğu ve esas yitirenin insanlık olduğu savaş görüntüleridir.

Ey dünyayı yönetenler! Bu görüntülere duyarsız kalabilir misiniz? Bu sesleri, bu çığlıkları, bu feryatları duymazdan, görmezden gelebilir misiniz? Savaş çığlıklarına, savaş pazarlıklarına arka çıkanlar bu görüntülere gözlerinizi kaçırmadan bakabilir misiniz? Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı açlığa, yokluğa, yoksulluğa teslim edenler, emeği ve onuru çiğnenmiş insanları teselli edebilir misiniz? Savaş planlarınız o insanların bedenlerini de, hayallerini de paramparça etti. Kollarını, bacaklarını, ayaklarını kopardı. Daha nelerini koparacak, daha ne bulacak, daha kaç ülkeyi harabeye çevireceksiniz?

Yıl 2003! ALİ İSMAİL ABBAS’ın öyküsünü dinlemek için Irak’tayız…

Kırık dökük bir hastane odası, örtüsü olmayan bir hasta yatağı, başı sargılı, kolları sargılı, her iki kolu omzuna yakın yerlerden kesilmiş bir çocuk, karnı göğsüne dek kara yanıklar içinde. Çocuğun üzerinde öylesine sürülmüş merhem, örtüler yapışmasın diye konulmuş madeni bir kafes, başucunda oturan çocuğun ağzına damlalıkla içirmeye çalıştığı gözleri ağlamaktan kıp kırmızı olan teyzesi…

Adı Ali İsmail Abbas 12 yaşında. Babasını, kardeşini, beş aylık hamile annesini Bağdat’ın bombalanmasında kaybetmiş.

Ali’nin babası yok.

Ali’nin annesi yok.

Ali’nin kardeşleri yok.

Ali’nin kolları yok.

Ali’ye ne serum takılabiliyor, Ali’ye ne diyaliz yapılabiliyor. Görünen o ki, Ali böbrek ya da solonum yetmezliğinden ölmezse yaşayacak.

Ali okula gidebilecek mi?

Ali top oynayabilecek mi?

Ali meslek sahibi olabilecek mi?

Ali nişan yüzüğü takabilecek mi?

Ali evlenebilecek mi?

Ali görecek, Ali duyacak, Ali düşünecek sadece. Ali yürüyecek, düşündükçe yürüyecek, yürüdükçe düşünecek. Bush’un çocukları Beyaz Saray’da “ekose etekli mayonezli levrek” yiyip, kolej şapkalarını havaya fırlattıklarında, Ali düşünecek. Tony Blair’in çocukları Oxford ve Cambridge takımlarında kürek çekerken, Ali yaşıyorsa eğer düşünecek.

Ali’nin ailesini bombalarla öldürenler ve onların çocukları beş yıldızlı otellerde doğum günlerini kutlayıp, arkadaşlarına sarılıp dans ederken, o beş aylıkken annesinin karnında ölen kardeşinin cinsiyetini merak edecek ve onu düşleyecek. New York’taki ikiz kuleleri Ali mi yıkmıştı? Ali’nin petrol kuyuları mı vardı Musul’da? Ali artık ne Bağdat sokaklarında bisiklet sürebilecek, ne de Dicle’de kulaç atabilecek?

Ali’nin ülkesine, Ali’nin memleketine, Ali’nin mahallesine, Ali’nin evine bombalar yağdığında suskun kalanlar, şimdi Ali’yi kurtarma ve kollama yarışına girecekler. Ve Ali sırtını onlara dönüp, teyzesinin ağzına uzattığı damlalıkla suyunu içecek ve hiçbir şey söylemeyecek. Kime ne söylesin ki Ali?

Açıklama notu: Bu yazım ilk kez 2007 yılında “Çilenin Coğrafyası Yok!” adlı kitabımda yayınlandı. Aradan 16 yıl geçmiş. Yıkım, kıyım, felaket, vahşet, kan ve gözyaşı stoklarında değişen bir şey var mı?