Zengin Bir Yaşamın Uzağında

Hayatta kalmayı yaşamak sanıyoruz. Her acıyı görüp, içinden geçerek bunlara alıştığımızı düşünüyoruz. Bizi ıskalayıp başkasının başına gelen her felakete bir yandan üzülürken, içten içe ‘iyi ki benim başıma gelmedi’nin utandıran huzurunu, o yırtma hissini yaşıyoruz. Bu hayatın neresi zengin?

Zenginlik, içinde birçok vaadi barındıran ferah bir kelime. İnsan zenginse güçlüdür. Ayrıcalıklı imkanlara sahiptir. İstekleri ve bunları gerçekleştirebilme aralığı kısadır. Diğerlerine göre hayalleri gerçeğe daha yakındır. Karnı tok, sırtı pektir. Çocuklarına baktığı zaman onların eğitimleri, gelecekleri için büyük endişeler duymaz. İyi bir yaşam sürecekleri neredeyse garantidir. Yaşlılığında kimseye muhtaç olmaz. Kendini baktırabilecek bir düzen kurabilecek güçtedir.

Zenginliğin maddiyat üzerinden tanımlanması bizi sadece rakamsal bir gerçekliğe götürür. Bu gerçekliğin hayata yansıması için farklı dinamiklere ihtiyaç var. Burada devlet ve mülkiyet kavramları üzerine biraz düşünmek gerek.

Gelir dengesinin alt üst edildiği, adaletin yerini bulacağına şüpheyle yaklaşıldığı, çocukların yeterli gıdayı alamadığı, aile bütçesine katkıda bulunmak amacıyla eğitimlerini bıraktıkları, sokakta güven içinde oynayamadıkları, gençlerin hayal kuramadığı, diplomalı işsizlere dönüştükleri, kadınların sokak ortasında öldürüldüğü, her şeyin ateş pahası olduğu, değil doğa içinde şehrin sokaklarında bile ‘başıma bir şey gelir mi?’ tedirginliğiyle gezilen bir ülkede ne kadar paranız olursa olsun zengin bir yaşam sürmek imkânsız. Huzur satın alınabilen bir şey değil.

Ursula K. Le Guin, ‘Mülksüzler’ romanında “Kıyıya vurmadıkları sürece balıklar suyun farkında değillerdir” diyor. Kıyıya vurduk. Ne var ki oralı değiliz. Tuhaf bir uyuşukluk var. Toplumsal yaşamın kılcal damarlarında hep bir karıncalanma. Hayatta kalmayı yaşamak sanıyoruz. Her acıyı görüp, içinden geçerek bunlara alıştığımızı düşünüyoruz. Bizi ıskalayıp başkasının başına gelen her felakete bir yandan üzülürken, içten içe ‘iyi ki benim başıma gelmedi’nin utandıran huzurunu, o yırtma hissini yaşıyoruz. Bu hayatın neresi zengin?

Günümüzde insan, kemiklerini bile ardında bıraktığı bir dünyada yaşadığını unutmuş durumda. Her şeyin sahibi olmak istiyor. Yaldızlı bir hayat zengin sanılıyor. Oysa zengin bir yaşamın yolu basitlik ve sadelikten geçer. Gösteriş ve şaşaa ruhsuzdur. Koftur. Satın alınmış özgüvendir. Çoğu zaman sahtedir.

Zenginlikse şehrin sokaklarındaki cıvıltıdır. Mutlu insanlardan oluşan bir toplumda kendini herkesle eşit görebilmektir. Zenginlik değil eve, arabaya sahip olmak, sevdiğin insana bile sahip olmadığının ayrımına varan bir bilinçle yaşamaktır. Zira hayat geçicilik esasına dayanır. İnsan, en kıymetli varlığının yaşamında bir süreliğine vardır. Zenginlik bu ‘bir sürenin’ nasıl geçtiğiyle alakalıdır. Nerelere sahip olunduğundan çok, nelerin paylaşıldığı ile ilgilidir. İyiliğin çokluğu, kötülüğün azlığıdır. Mülkiyetse, her şeyin geçici olduğu bir düzen içinde oraya buraya çapa atarak çoğalan kalıcı olma isteğidir.

Kemiklerine bile bir süreliğine sahip olan bir varlık için çok anlamsız bir iddia bu.

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde devleti ‘toplumdan kaynaklanan ama kendini onun üstüne koyan, topluma gitgide daha çok yabancılaşan güç’ olarak tanımlıyor. Sınıfsal çelişkileri dizginleme ihtiyaç ve iddiasıyla ortaya çıkan ancak sınıfların çatışmasının tam ortasında konumlanan, ekonomik ve politik açıdan egemen sınıf olan devletin ezilen sınıfı bastırmak, susturmak, sindirmek için birçok aracı var. Oysa Le Guin’in dediği gibi “Birine zarar vermekle güç değil, yalnızca zayıflık kazanılabilir”. Devlet ezdikçe zayıflar, zayıfladıkça daha çok ezmeye çalışır. Baskıyı arttırır, yasaklar koyar. Bir noktadan sonra toplumla arasındaki ideal akit bozulur. ‘Adalet mülkün temelidir’ ancak mülkün sahibi totaliter bir devletse, kendini adaletin üstünde konumlar. Mülksüzler’de Le Guin “Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun” diyerek bu durumu çok güzel anlatır. Bu yaşamın neresi zengin?