Yumruk

Halk gerekirse boykot gücün kullanarak maçlara gitmeyi bırakarak konunun üzerinin kapanmasına izin vermez. Ancak görüyorsunuz, yumruk çok geriden geliyor. Bir kez daha görüyoruz ki, ‘Geçmiş asla ölü değildir, hatta geçmiş bile değildir.’

Çoğu ailede ev içindeki herkesin bildiği ama dışarıdan saklanan gerçekler vardır. Tanıyanların sitayişle bahsettiği bir baba, eşine veya çocuklarına şiddet uygulayan bir adam olabilir. Hiç hak yememesiyle övünen, her fırsatta ne kadar adil olduğunu dile getiren bir işveren çalışanlarına baskı, şiddet uygulayabilir. Sayfalarca örneklenebilecek bu durum hayli yaygındır. Herkes bilir, çoğunluk sessiz kalır.

Bu toplumda kadınlara, çocuklara, sokak hayvanlarına, yaşlılara, doktorlara nasıl şiddet uygulandığını biliyoruz. Birkaç hafta öncesine kadar Cumartesi Annelerine nasıl şiddet uygulandığını biliyoruz. Şiddeti uygulayan kişi için çeşitli kılıflar, hafifletici sebepler arandığını biliyoruz. Çoğumuz susmuyoruz da. Ancak ne yaparsak yapalım etkili bir değişimin gerçekleşmesini sağlayacak koşullar üzerinde bir etkimiz olmuyor. Bütün tepkiler yüzeysel kalıyor, konuysa çok derin.

MKE Ankara Gücü Başkanı Faruk Koca’nın hakem Halil Umut Meler’e yumruklu saldırısı aile içinde bilinip de üzerini kapatılmaya çalışılan bir eylemin ötesinde dünya basınına yansıyan, uluslararası futbol camiası tarafından ağır bir dille kınanan bir olay oldu. O linç görüntüleri dünyanın pek çok haber kanalında ekranlarda verildi, basın organlarının sosyal medya hesaplarınca paylaşıldı, gazetelerde yer aldı. Herkes bize bakarken biz de onlar gibi olayın kabul edilmez olduğu konusunda hemfikirdik. Ancak dış dünya gözlerini üzerimizden çeker çekmez konuyu ört bas etmeye çalışanlar ortaya çıkmaya başladı. Malum günümüzde futbol sadece bir oyun değil, bir para kaynağı. Bu rantın ardında yapılan anlaşmalar, verilen sözler, bilip bilmediğimiz güç dengeleri var. Önümüzdeki günlerde konunun üstünün kapatılıp kapatılmayacağını, kapatılacaksa da bunun nasıl yapılacağını beraberce göreceğiz.

Şiddet üzerine yazarken konu ister istemez yozlaşmadan, adaletsiz düzenden, siyasi yaşamımızdan geçiyor. Deştikçe derinleşen bu çürümenin son temsili bir futbol sahasında olsa da konunun tarihsel ve siyasi bir derinliği var. Bu boyutta bir şiddetin yapılabilirliğinin bireysel zemininden çok bu çürümeye göz atmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Ne var ki bu yeni bir durum değil. Cumhuriyet tarihimizin kimi dönemlerinde yazarların döne döne ele aldığı bir konunun yeni bir tekrarı, yazarlar arası bir bayrak yarışı.

Bu yazı için kaynakları tararken Necati Cumalı’nın 1979 yılında Cumhuriyet Gazetesi için kaleme aldığı Şiddet Ortamı adlı makalesine denk geldim. Okuduklarım beni yeşil sahalardan tarihimizin bir türlü tozlanmayan hatta hiç geçemediğimiz sayfalarına götürdü. Cumalı’nın şiddeti ele alışı, bugünü değerlendirmemiz bakımından hatırlanmaya değer. Yazının buradan sonrasında kalemi Necati Cumalı’ya bırakıyor, kırk dört yıl önceki makalesinden alıntılar sunuyorum.

ŞİDDET ORTAMI

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı devletinin çöküntüsü üstünde kuruldu. Sorunları yüzeyden ele alanlar, son yıllarda toplumumuzu saran şiddet olaylarının, 1968'den sonra Avrupa'da yaygınlaşan gençlik eylemlerinin bir uzantısı olarak görüyorlar. Oysa ki içinde yaşadığımız şiddet ortamının kökleri Osmanlı devletinin en güçlü dönemlerine kadar iner. Osmanlı tarihi başlangıcından başlayarak sürüp giden sayısız şiddet olayları ile doludur. Saraylarda taht kavgaları yüzünden günahsız şehzadelerin başı vurdurulur. Celali ayaklanmaları, kanlı mezhep çatışmaları birbirini kovalar. Dağlar her dönemde silahlı eylemlere başvuranların elindedir. Dadaloğlu ‘Ferman padişahın dağlar bizimdir’ demeye kadar götürür işi.

ÇOK PARTİLİ YAŞAMA GEÇİŞ VE ŞİDDET

Bizde çok partili siyasal yasam, II. Meşrutiyet döneminde bu şiddet ortamı içinde başlar. İttihat ve Terakki ile İtilaf ve Hürriyet partilerinin o dönemdeki çekişmeleri, toplumun yapısındaki öbür aksaklıkların yanı sıra bu şiddet ortamını da yansıtır. Trablus, Balkan, Birinci Dünya Savaşlarının yarattığı büyük tehlikeler arasında particilik kavgaları alabildiğine şiddetlenir, kanlı bir aşamaya ulaşır. Daha II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında Saday-ı Millet gazetesinin başyazarı Ahmet Samim, Bahçekapı’da güpegündüz, günümüzdeki siyasal cinayetlere benzer bir saldırı sonucu, tabanca ile vurularak öldürülür. Öldüren yakalanmaz.

YENİ BİR ULUS YARATMA ÇABASI

Kurtuluş Savaşı boyunca sürüp giden iç isyanlar, çeteci eylemleri hep bu anarşik ortamın ürünleridir. Bu olayların yanı sıra Birinci Büyük Millet Meclisinde muhalefetin tutumu daha da akıl almaz bir nitelik gösterir. Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde, yurdun büyük bir bölümü işgal altındayken, Yunan ordusu Polatlı’ya kadar sokulduğu bir sırada, Meclisteki tutucu takım Mustafa Kemal'i yıpratmak için her fırsattan yararlanır. II. Meşrutiyet döneminin particilik kavgalarını, bir ulusun kurtuluş savaşını yöneten bir Meclise bulaştırır. Sorunun düğüm noktası bu davranıştadır. Gerçekte ortada bir ulus yoktur ki ulusal bir bilinç söz konusu olsun. Osmanlı devleti bir din devletidir. Hiçbir dönemde sınırları içinde bir ulus birliği yaratamamıştır. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı kazandıktan sonra ulus olma bilincini yaymaya çalışacaktır. Cumhuriyetin ilk yıllarında gelen hükümetler devlete yeniden düzen vermekte başarılıdırlar. Yurdun her yanında görülen kargaşa kısa sürede yatıştırılır. Can güvenliği sağlanır. Yeni iktidar, milli eğitim seferberliğiyle, halkevleriyle sahip çıktığı aydın kadrosu, çağdaş yazarları, sanatçılarıyla, ordusuyla, dış politikasıyla, sanayileşme atılımlarıyla, parasının değerini korumaktaki kararlılığıyla, yeni bir ulus yaratma çabasındadır. Bu pek kolay gerçekleştirilebilecek bir atılım değildir. Genç cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı’ndan yengiyle çıkmış inançlı kadrosuyla, karşılaştığı bütün direnmeleri kırarak bu dönüşümleri gerçekleştirir.

BİTMEYEN HESAPLAŞMA

Büyük Nutuk'ta bu karşı güçlerin alt bir bir çizilmiş, toplumumuzun kanında ne gibi zararlı virüsler dolandığı belirtilmiştir. İlkin Terakkiperver Fırkası, daha sonra Serbest Fırka ile genç cumhuriyete birer elense çeker bu güçler. Yengiye ulaşamayınca siner, gününü beklerler. Atatürk'ün son yıllarında bu bekleyişlerini daha çok uzatmadan, devlet kadrolarına, siyasal kadrolara sızmayı başarmış, ekonomik yaşama egemen olmaya başlamışlardır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise yasal olmayan yollardan iyice palazlanırlar.1950 seçimlerini kazanınca Kurtuluş Savaşı’nın son temsilcilerini de devlet kadrolarından uzaklaştırırlar.

1950 VE SONRASI

1950’de gelen iktidar, Osmanlı devletinin çöküş yıllarını hortlatır. Kendini devlet denetimi dışında gören, kanunların üstünde sayan güçlerin bir kez daha devleti ele geçirmesi demektir bu olay. Bu iktidar değişikliğiyledir ki, halkımız en iyimser bir değerlendirme ile bir kez daha II. Meşrutiyetin ilk yıllarında bulur kendini. Kısaca Özetlemek gerekirse, DP iktidarı devlet denetimini yıkmayı becermiştir. 1950’ye kadar, başlangıcına göre sarsılmış olsa da, merkezde toplanan devlet gücü, 1950’den sonra taşra parti, ocak, bucak başkanlarının eline geçmiştir. Bu durum bir bakıma yeni bir feodal düzen yaratır. Böyle bir düzenin kaba kuvvete dayanan şiddet ortamını körüklememesi olanaksızdır. Nitekim sonuç böyle olmuş, 1960'a yaklaşırken, anarşi bütün boyutlarıyla toplumumuzu sarmıştır. On yıllık DP iktidarı döneminde dört yüzü aşkın gazeteci hapislere atılmış, aralarında sokaklarda dövdürülenler olmuştur.

Düşünce özgürlüğü çiğnenmiş, sol yasaklanmış, devletin bütün kaynakları bir kapkaç düzeninin kabadayılarına dağıtılmış, bağımsızlık ilkesi çiğnenmiş, genç cumhuriyet uydu bir devlete dönüştürülmüştür.

ŞİDDETİ ÖNLEMENİN YOLU

Demokrasi bir erdemler sistemidir. Doğruluk, dürüstlük, verdiği sözde durmak, açık sözlülük, açık yüreklilik, yalan söylememek, vatanseverlik, insancıllık, düşüncelerine, inançlarına bağlılık, özveri, tok gözlülük, dayanışma, başkalarına yararlı olma vb. gibi erdemlerdir bunlar.

Bir ulusun kendi sınırları içinde, hep birlikte, kardeşçe, mutlu, sağlıklı bir yaşama kavuşabilmesi, bireyleri arasında bütün bu erdemlerin, bu erdemlere es normal değerlerin yaygınlaşıp kökleşmesine bağlıdır. Demek oluyor ki ulus olma çabalarıyla birlikte sağlıklı olabilecek bir sistemdir demokrasi. Ulus olma çabaları yarıda baltalanmış, gereken süreci doldurmamış toplumlarda, siyasal yaşamın çıkar kavgalarına dönüşmesi kaçınılmaz olur. Böyle bir durum, vurgun düşleriyle devleti ele geçirmek ardında olanları kendiliğinden acımasız bir şiddet ortamına iter. (Cumhuriyet, 28 Temmuz 1979)

Necati Cumalı’nın satırları bu sözlerle bitiyor. Bir arada yaşamanın erdemlerinin toplumu oluşturan herkese nüfus ettiği, şeffaf, demokratik yaşamın özümsendiği bir toplumda böyle bir şiddeti uygulayanlar, gerçekleştirdikleri şiddet eyleminin bedelini öderler. Görevlerinden alınır, bir daha benzer görevlere getirilmezler. Adalet önünde hesap verirler. Halk gerekirse boykot gücün kullanarak maçlara gitmeyi bırakarak konunun üzerinin kapanmasına izin vermez. Ancak görüyorsunuz, yumruk çok geriden geliyor. Bir kez daha görüyoruz ki, ‘Geçmiş asla ölü değildir, hatta geçmiş bile değildir.’