Seyircileri ikiye bölen film: Oppenheimer

Olağanüstü oyunculuklara, başarılı kostüm, görsel efektler, tıkır tıkır işleyen bir senaryo ve son derece etkili müzikleri de eklediğimiz zaman ortaya bir şaheser çıkıyor. Kim ne derse desin, Oppenheimer, Christopher Nolan filmografisinin Magnum Opus’u.

Christopher Nolan’ın yazıp yönettiği Oppenheimer filmi geçtiğimiz hafta vizyona girdi. Atom bombasının mucidi olarak bilinen ünlü fizikçi Robert J Oppenheimer’ın hayatından önemli kesitleri beyaz perdeye taşıyan film seyircileri ikiye böldü. Doğrusunu söylemek gerekirse film hakkındaki ilk duyumlar pek iç açıcı değildi. O kadar uzun film mi olurdu? Bu kadar çok diyaloğa ne gerek vardı? Film çok kalabalık değil miydi? Atom bombasının atılması neden filme alınmamıştı? Nolan ne biçim yönetmendi?

Filmi seyretmeye Nolan’ın memnun edemediği bu grubun serzenişlerini okuyarak gittim. Beğenenler grubuna eklenerek çıktım. Dahası filmi olağanüstü buldum. Ancak filmi seyretmekte zorlanan, hayal kırıklığına uğrayanları da anlayabiliyorum. Zira filmin fragmanı hayli yanıltıcı. Ağırlıklı olarak Los Alamos’da yapılan Trinity deneyinin konu edildiği sahnelerden oluşan fragman seyirciyi farklı bir beklentiye hazırlıyor. Seyirciyi yanıltan bir diğer etmen ise biyografi beklentisi. Oysa film bir biyografi değil. Oppenheimer’ın yaşamının bir bölümünü ele alan biyografik gerilim, hatta biyografik belgesel niteliğinde bir hesaplaşma. Ayrıca bir kitap uyarlaması. Oppenheimer, seyirciden beklentisi olan bir film. Nolan, artistik ve entelektüel anlamda çıtayı çok net bir yere koymuş.

SEYİRCİDEN BEKLENTİLER

Film, McCarthy dönemi Amerika’sı hakkında bilgi sahibi olmayı zorunlu kılıyor. Komünizm karşıtı politikaların güdüldüğü, sol tandanslı insanlara yönelik siyasi baskının arttığı, Amerikan kurum ve kuruluşlarında çalışan kimi çalışanların Sovyet casusu olduğu yönünde iddialarla görevlerinden uzaklaştırıldığı bu dönemi bilmek filmin anlaşılmasında önemli. Ancak 1954 yılında Amerikan Atom Enerjisi Komisyonu (AEK) tarafından Oppenheimer aleyhine açılan soruşturma sonucu Q Belgesi olarak adlandırılan ve Oppenheimer’ın Amerikan devleti ile çalışmasını olanaklı kılan güvenlik belgesinin Komünist Parti’ye olan sözüm ona yakınlığı nedeniyle iptal edilmiş olduğunun bilinmesi ise elzem. Bu bilgiler olmadan değil filmi anlamak, yarım saat dayanabilmek bile mesele haline dönüşüyor. Konunun bir de kitap uyarlaması kısmı var.

AMERİKALI PROMETHEUS

Christopher Nolan, Esquire dergisinin İngiltere baskısı için Prof. Brian Cox’a verdiği mülakatta 1990’larda Sting’in Russians şarkısında geçen ‘küçücük oğlumu Oppenheimer’ın ölümcül silahından nasıl koruyabilirim?’ sözünü duyduğundan beri onunla ilgili bir film yapma fikrinin aklında dolandığını söylüyor. Önceki filmlerinde bir gün bu konuyu işleyeceğinin mesajını verdiğini belirten Nolan’ın bu fikrini hayata geçirmesinde, Kai Bird ve Martin J. Sherwin tarafından yazılan Pulitzer ödüllü Amerikalı Prometheus – Oppenheimer’ın Zafer ve Trajedisi adlı kitapla karşılaşması önemli olmuş. Yirmi beş senelik bir çalışmanın ürünü olan kitap filmin ana fonunu oluşturuyor.

Film başlamadan önce alevler içinde ekrana yansıyan, ‘Prometheus, Tanrılardan ateşi çalıp insanlara verdi ve bu yüzden bir kayaya zincirlenerek sonsuza kadar işkenceyle cezalandırıldı’ sözü Oppenheimer’ı Prometheus ile eşleştiyor. Böylece Oppenheimer bir tragedya kahramanına dönüşüyor. Trajik bir hata yapıp kendi sonunu da getiriyor. Gelin şimdi filme bakalım.

FİZYON ve FÜZYON

Film birbirinden ayrı iki aks üzerinden ilerliyor. Amerikan Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Lewis Strauss’un atom bombasının üretildiği Manhattan Projesi’nin başına getirdiği Oppenheimer’a daha sonraları düşmanlık beslemeye başlayarak kariyerini baltalamak için hakkında açtığı soruşturma filmin açılış sahnesini oluşturuyor.

Nolan burada Oppenheimer’ın renkli bir fotoğrafının yanına ‘1. Fizyon’, Lewis’in siyah beyaz fotoğrafının altına ‘2. Füzyon’ diyerek hikâyenin aktığı iki hattı farklı renkler ile anlatacağının sinyalini veriyor. Renkli olan kısımların Oppenheimer’ın bakış açısından yaşananları anlatırken, siyah beyaz yerlerde Lewis’in bakış açısına yer veriliyor. Seyirci için bir kolaylık olarak yapılan, ancak hemen başta anlaşılmaması halinde bir handikaba dönüşebilecek bu ikili anlatım, bazı sahnelerin her iki taraf açısından nasıl yaşandığının aktarılmasında tekrarmış gibi algılanmasına yol açıyor. Oysa dikkatli bir takiple hemen en başta kavranan bu ikili yapı, filmin iki katmanında, iki farklı protagonist – antagonist dengesi oluşmasını sağlıyor.

Filmin bu kadar uzun olmasının bir nedeni bu ikili yapı. Ancak Nolan’ın kurduğu dramatik yapıda bu farklı bakış açılarını daha kısa vermek anlam kayıplarına neden olacağından bu dengenin çok iyi ayarlandığını düşünüyorum.

ÖĞRENCİLİK GÜNLERİ, HAYATI ALGILAYIŞ

Nolan’ın filmin zeminine yerleştirdiği bu soruşturma sahnesi Oppenheimer’ın yaşamının farklı zamanlarına gidip gelerek ünlü fizikçinin hayat hikayesinden kesitler görmemizi sağlıyor. Burada çoklu zaman kurgusu kimileri için kafa karıştırıcı olabilir. Olayın bir kısmı soruşturma odasında aynı günde geçerken, yirmi yıl geriye gidip, sonra beş yıl önceye dönüyoruz.

En gerideki zamansal sıçrayış Oppenheimer’ın Cambridge’deki öğrencilik günlerine gidişle oluyor. Burada kendisini küçümseyen hocası Patrick Blackett'ın elmasına potasyum siyanür enjekte edişini göstererek, Fizik bilimi için önemli bir meyva olan elmaya da filminde yer veren Nolan, Oppenheimer’ın fizik dünyasındaki sıra dışı yerini onun dünyayı nasıl algıladığını göstererek anlatıyor.

Tren sahnesinde koltuk kumaşındaki motiflerin hareketlenmesi, yer yer görüntüye giren görsel efektler Oppenheimer’ın çevresindeki dünyayı bizlerden ne kadar farklı gördüğünü, kuantum fiziğini nerdeyse baktığı her yerde gözlemleyebilen bir zihne sahip olduğunu anlamamızı sağlıyor. Nolan, bu bakış farkının anlaşılmasında Nobel ödüllü teorik fizikçi Kip Thorne’da aldığı desteğin altını çiziyor. Thorne’un ‘bir fizikçinin başına gelebilecek en kötü şey baktığı yerde atomları görememeye başlamasıdır’ dediğini aktaran Nolan ekip içinde tartışarak bu durumu ekrana yansıtmaya karar verdiklerini söylüyor. Kimileri için anlamsız olan bu görüntüler aslında Oppenheimer’ın dünyayı algılayış biçimi. O kareler sayesinde ne kadar farklı bir zekâ olduğunu anlıyoruz.

AŞKA ATILAN BOMBA

Filmin katmanlarından biri de Oppenheimer’ın özel yaşantısı. Oppenheimer ile arasında tutkulu bir aşk ilişkisi olan komünist parti üyesi Jean Tatlock’un anlatıldığı sahneler ünlü fizikçinin sadece atom bombası ile değil, verdiği kararla yok ettiği bir hayatın görülmesi bakımından da ilgi çekici. Nolan burada metaforik bir bağlantı kurarak Hindu kutsal metni Bhagavad Gita’da geçen ve atom bombası sonrasında Oppenheimer’ın söylediği rivayet edilen ‘Şimdi ben ölüm oldum. Dünyaların yok edicisi’ sözü üzerinden farklı yok oluşları birbirine bağlıyo

İlk olarak Tatlock ile Oppenheimer’ın sevişme sahnesinde, Tatlock’un elindeki Sanskritçe kitabı okumasını istediğinde ikilinin nefes sesleri arasında Oppenheimer’dan duyduğumuz bu söz daha sonra Trinity deneyi sırasında patlamanın gözetlediği anda fonda yeniden işitiliyor. Tatlock, elinde tuttuğu kitap, nefes sesleri ile birlikte patlama anına nakşediliyor. Oppenheimer’ın bir daha görüşmek istemediğini söylemesi ardından intihar eden Tatlock, ünlü fizikçinin paramparça edip yok ettiği ilk hayat.

JAPONYA

Filme yöneltilen eleştirilerden biri Japonya’ya atom bombalarının atıldığı sahnelere yer verilmemesi. Bu eleştiriye katılmıyorum. Nolan’ın bu tercihini çok yerinde buldum. Zira film böylesi majör bir hikâyeyi taşıyamayacak kadar yoğun ve farklı bir aks üzerinden ilerliyor.

Japonya’nın bombalanmasına giden süreçte fona yerleştirilen müzik gerilimi uzun süre hissetmemizi sağlıyor. Bombaların ‘başarı ile’ atılmalarının ardından verilen kutlama partisindeki görsel efektler, kavrulup kabuklaşmış bir insan bedeni, yanarak soyulan bir yüz, bir köşede ağlayarak sevişen ve kendilerinden doğacak nesillerin de radyasyona maruz kalarak doğacağını bilerek kahrolan insanlar, gördüklerine dayanamayarak içi dışına çıkarcasına kusarken Oppenheimer ile göz göze gelen bir adam Oppenheimer’ı yarattığı felaketin içinde görmemizi sağlıyor. Bu bir farkındalık sahnesi. Bu görüntüler arasından gözleri fal taşı gibi açık, kulağına uğultudan başka bir şey gelmeden yürüyüp giderken gördüğümüz Oppenheimer, Prometheus’a dönüşümünü tamamlıyor.

CEZA

Filmde metaforik atom bombalarından bir diğeri soruşturmanın sonunda Oppenheimer’ın güvenlik belgesinin iptal edildiği anda patlıyor. Bir zamanlar birlikte çalıştığı insanlar tarafından, suçsuz olduğu bilinmesine rağmen o günün politik ilişkiler ağını yöneten tanrılar kurban istiyor diye Oppenheimer devre dışı bırakılmasına ve hayatının alt üst edilmesine şahit oluyoruz. Oppenheimer’ın bu cezası aynı zamanda başarısının karşılığı. Film bu katmanlı yapısı ile durdukça derinleşen, etkisi genişleyen bir anlam alanına sahip. Olağanüstü oyunculuklara, başarılı kostüm, görsel efektler, tıkır tıkır işleyen bir senaryo ve son derece etkili müzikleri de eklediğimiz zaman ortaya bir şaheser çıkıyor. Kim ne derse desin, Oppenheimer, Christopher Nolan filmografisinin Magnum Opus’u.