Neden olmasın?

O şans belki birbirimizi yaftalamadan bir arada olabildiğimiz yepyeni bir normalde saklıdır. Neden olmasın?

Bu yazıyı depremin ardından ortaya çıkan ve çoğunlukla deprem bölgesi dışındakiler tarafından dile getirilen normalleşme kaygısının yaşandığı günlerde yazmayı planlamıştım. Erteledim. Zira hayatında büyük kayıplar yaşamış hemen her insan gibi bunun boş bir kaygı olduğunun farkındaydım. Ülkenin on bir kenti yıkılmışken kendi küçük hayatının normaline dönüp dönmeyeceği kaygısı bencil görünse de anlaşılır. Zira yaşamda ‘zamanın her acının ilacı olması’ gibi bir kural var.

‘Ona bir şey olursa ne yaparım’ dediğin insanı toprağa verip eve gelirsin, bir süre sonra karnın acıkır. Boğazından lokma geçmeyecek haldesindir, biri eline bir şey tutuşturur. Gözün kararıp da bayılır, zaten üzgün olan insanları bir de kendinle uğraştırmayasın diye iki lokma yersin. Uykunun gelmesine şaşırır, ufak bir tebessüm edecek olsan utanırsın.

Oysa yaşam hızla akarken seni yeni bir normale, yeni bir sana taşır. Çoğu zaman içinden çıkamadığın o acıda kendinden bir parçayı bırakır, açılan boşluğa yeni bir huy koyar, yeni bir sen yaparsın.

Bizi Unutmayın

Bir kısmımız bir daha asla normale dönemeyeceklerine tasalanadursun, deprem bölgesindeki kaygı unutulmak üzerineydi. Onca acı içinde bir başlarına bırakılmış insanlar, gündemin hızla değiştiği ülkemizde bir süre sonra unutulacaklarını biliyorlardı. Yüzbinlerce insan sevdiklerinden depremle, toplumun geri kalanından bir kelime ile ayrıldılar.

‘Depremzede’ bir durum tanımı olmasının yanı sıra, kategorik bir işaret, bir kimlik ama her şeyden önemlisi bir etiket. Burada beni rahatsız eden şey var var.

Yaftalamayla Gelen Ayrımcılık

Bana kalırsa bir insanı yaftalamak o insanı tek kelimelik bir hücre hapsine mahkûm etmekle eş değer. Bu yaftalama ister geçici bir durum, ister bir yanlış değerlendirme üzerinden yapılsın kişinin kendi başına çıkarıp atabileceği bir şey olamıyor ne yazık ki.

Amerikalı Psikolog Dr. David Rosenhan’ın hem bu yaftalama işinin ne denli çarpık ve ayrıştırıcı olduğunu ortaya çıkaran önemli bir deneyi var. Gelin bu deneye bir göz atalım.

Rosenhan Deneyi

Rosenhan’ın 1969-1973 yılları arasında Stanford Üniversitesinde görev yaptığı dönemde, “Bir insanı yaftaladığınızda, o insan ne yaparsa yapsın üzerine yapıştırılan etiketten kurtulamaz” diyerek bu savını ispat edecek bir sosyal deney tasarlar.

Kendisinin de aralarında olduğu üçü kadın, sekiz sağlıklı kişiyi beş ayrı eyaletteki toplam on iki akıl hastanesine gönderir. Bu yedi kişinin hedefi, Rosenhan’ın kendilerine öğrettiği semptomları sıralayarak bir akıl hastalığı teşhisi alıp hastaneye yatmaktır. Yalancı hastalar, doktorlarla yaptıkları görüşmelerde garip sesler duyduklarından, yoğun ve düzensiz zihin akışlarından, gördükleri halüsinasyonlardan bahsederler. Hemen hepsi paranoid şizofreni ve manik-depresif psikoz teşhisleri alarak akıl hastanesine yatırılır.

Yalancı hastalar, deneyin koşulları gereği akıl hastanesine girer girmez normal yaşantılarına geri dönmelidirler. Öyle de yaparlar. Günlükler tutup, okumalar yaparak dışarıdaki yaşantılarını mevcut imkanlar içine devam ettirmeye çalışırlar. Günlük doktor kontrollerinde şikayetlerinin geçtiğini belirtseler de bu durum hasta dosyalarına iyileşme olarak yansımaz. Dahası, içeride sürdürdükleri normal yaşantı aldıkları teşhislerle uyumlu bozukluklar olarak kayda geçer: Günlük tutanların giderek kötüleşip içe kapandığı belirtilirken, mutlu bir aile yaşantısını anlatan bir diğer yalancı hasta, takıntılı biri olarak tanımlanır.

Herhangi bir psikolojik rahatsızlığı olmayan bu insanlar, içeride ne kadar normal davranırlarsa davransınlar, üzerlerine yapıştırılan etiketlerden kurtulamazlar. En kısası yedi, en uzunu 52 gün olmak üzere akıl hastanesinde kalır. Taburcu edilirken dosyalarına ‘semptomların gerilediği’ notu düşülür. Hastaneye göre onlar hala birer şizofren, manik-depresiftir.

Rosenhan bu durumu “Normalin algılanması konusunda ortak bir hata” olarak tanımlar. Yalancı hastaların yeni semptomlar belirtmemesine, olanların da geçtiğini söylemelerine rağmen doktorlar teşhislerinden emindir.

Durumdan şüphelenen tek kesim gerçek akıl hastaları olur. Kendi normallerinden farklı olan bu insanların sağlıklı bireyler olduklarını hemen anlarlar. Yalancı hastaların temas halinde olduğu 118 akıl hastasından 35’i onların hasta olduklarına inanmazlar. Profesör ya da gazeteci olduklarını düşünürler. Hatta içlerinden bazıları Sağlık Bakanlığı tarafından hastaneleri teftiş etmek için gönderilen görevliler olduklarından şüphelenir.

Rosenhan deney sonucunu açıkladığında kıyamet kopar. Doktorlar deneyi etik bulmazlar ve tekrarlanmasını isterler. Bunun üzerine Rosenhan üç aylık bir süre için deneyi tekrarlamayı kabul eder. Üç ayın sonunda taraflar yeniden toplanır. Aradan geçen zaman zarfında Rosenhan hiç yalancı hasta göndermediğini açıkladığında salon buz keser. Zira bu süreçte paranoid şizofreni ve manik depresif psikoz teşhisi alan hasta sayısı sıfırdır. Hastanelere başvuran tüm akıl hastaları herhangi bir teşhis konulmadan evlerine geri gönderilmiştir.

SONUÇ

Deneyin sonucunda Rosenhan yalancı hasta olarak akıl hastanesinde geçirdiği günleri anlatırken içeride kendilerinin birer insan olduğunun unutulduğunun altını çizer. Doktorların ve hastane personelinin kendileri ile sadece 5-6 dakika konuşup gittiğini, kimsenin onlarla konuşmadığı, temasa geçmediği, eşleri dışında ziyaretçilerinin gelmediğini belirtir. Akıl hastaneleri, normal dışı bırakılan insanlar için birer depolama alanından farksızdır. Bu insanların da birer ailelerinin olduğu, iyileşip geri dönecekleri işlerinin, birer yaşamlarının olduğunun sağlık personeli tarafından tümüyle göz ardı edildiğini belirtir.

Bize Düşen

Rosenhan’ın bu teşhisini bugünümüze yansıtmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Depremzede demenin ne demek olduğunu ancak bir depremzede anlayabilir. Benzer şekilde karşısındakinin bir depremzede olmadığını anlayacak olan yine bu kişilerdir. Onlar için deprem sonrası oluşan ‘yeni normal’ hepimizin yakın durması gereken bir yer. Zira toplum içinde kendilerini farklı normaller üzerinden tanımlayıp, karşılıklı olarak birbirlerini yaftalayan kesimler, temas alanlarını da asgariye indirir. Oysa bizim depremden beri sözünü ettiğimiz normalleşme, toplumdaki herkes arasında geniş bir temas alanı yaratmayı amaçlamalı, bizi depremzedelere, depremzedeleri bize yaklaştırmalı. Seçime giden bu günlerde bir normalden bahsedeceksek kimsenin kimseyi yaftalamadığı, herkesin birbirine daha çok temas etme gayreti içinde olduğu yeni bir normali oluşturmaya ihtiyacımız var. Normalleşme, gücünü böyle bir noktadan alır, ‘birleşe birleşe çoğalırsak’ hepimizi sarabilen bir paydaya dönüşebilir. Zira içinde baharların olduğu, havada sözlerin uçuştuğu o güzel paydada bir kısmımız değil, hepimiz buluşacağız.

Pinhani’nin sevdiğim bir şarkısı var. Yazı boyunca kafamın gerisinde çalıp durdu. Bir yolunu bulup onu yazıya katmam lazım. Hazırsanız mırıldanın.

‘Umutsuz olduğun bir anda sevmek ister her insan. Bir parça şanslıysan neden olmasın?’

O şans belki şu an sende hiç olmayandır.

O şans belki bir başkasının şu an ne yapacağını bilemediğidir.

O şans belki birbirimizi yaftalamadan bir arada olabildiğimiz yepyeni bir normalde saklıdır.

Neden olmasın?