Geçmiş bir yaz günü

Çanakkale dünden beri yanıyor. Siz bu yazıyı okurken, harfleri tuşladığım şu an can çekişen yaban hayvanları büyük ihtimalle artık yaşamıyor olacak.

İki binli yılların başı… Zeytin ağaçları arasından sahil boyu kıvrıla kıvrıla giden dar yolun tenhalaştığı yerlerden birinden sola saparak geldiğimiz motelin yaşantımda bu kadar derin bir yeri olacağını o zamanlar bilmiyorum. Bir burun üzerine kurulmuş sade ancak konforlu yirmi oda, biri batı, diğeri doğuda iki sakin plaj, zamanla ikisinin arasındaki kayalık üzerine kurulan sekiz on kişilik küçük bir tahta platform. Gerisi zeytin ağaçları, cırcır böcekleri, pancar motorundan yükselen dünyanın en asude sesi, öğle sonraları çıkan imbat ve alabildiğine deniz manzarası.

Hayatımın çoğu yazı Midilli’yi farklı açılardan seyreden sahillerde geçtiği için aşina olduğum sular. Ancak burası biraz daha farklı. İnsansız. Bir insanla karşılaşmadan batıya ya da doğuya saatlerce yüzebildiğim, uzun yüzüşlerimin her seferinde Can Yücel’in, ‘Ege denizi bu efendi deniz

Seslenmiyor’ satırlarını binlerce kez doğrularcasına ‘lapinalar, gümüşler arasından’ geçip, ‘eylim eylim salınan yosunların arasında’ her yaz kendimi yeniden bulduğum, geride kalan yılın hengamesinden kurtulup kendimle yeniden buluştuğum o mavi sakinlik.

Bu buluşmalar başlarda birkaç günlükken giderek uzadı. Üst üste her yaz gitmeye başlayınca da müdavimler ile tanışıldı. Bir sonraki yazın rezervasyonunu daha ayrılmadan yapanlar, her gelişinde aynı odada kalmak isteyerek mekânı evi gibi sahiplenenler, ellerinde kitapları eksik olmayan sakin, sessiz ama hepsinden önemlisi iyi insanların buluştuğu tenhalık.

Metazoriden kaçan, sade ve çoğu yorgun ruhun kendiliğinden alçak sesle konuşarak anlaştığı, kimsenin kimseyi rahatsız etmemek için özellikle dikkat ettiği bir yer burası. 2000’li yılların ortasındaki 70’ler. Zamanla, birbirimizi üç mevsim sonra gördüğümüz ama her görüşümüzde sanki derin bir tanışıklık içindeymişçesine içten mutlu olduğumuz insanlardan eksilenler olduğunda, hayallerini bize armağan olarak sunan işletme sahibi Oran ailesine birbirimizi sormaya başladık. Çocuklar büyüdü, evlendi. Kimileri ayrıldı. Kimileri vefat etti. Gelinler, damatlar eklendi. Bizler hiç anlamadan, kendiliğimizden birbirini kollayan büyük bir aile olduk.

Bu yazlardan birinde sessiz ama son derece nazik tavırlarıyla dikkati çeken bir çiftle karşılaştım. Kahvaltı tabağımızı hazırlarken ya da kitap okurken göz göze geldiğimizde denizden, orada olan herhangi bir olaydan kısa sohbetler yaptığımız bu çiftle senelerce aynı yerde dinlendik, aynı denizi özledik, aynı yerde olduğumuz için büyük mutluluk duyduk. Karı koca nezaketin vücut bulmuş hali gibiydi. Her masanın deniz gördüğü, Ege denizinin bizim kıyı ile Midilli arasında adeta bir kilim gibi serildiği kat kat teraslardan oluşan mekanda bir masa diğerlerinden biraz daha özeldi.

İki kişilik olan, oturanların sadece birbirlerini ve o eşsiz manzarayı gördüğü, diğer herkese sırtlarını döndüğü bu masanın da müdavimleri vardı. Bahsettiğim çift de o masayı sevenlerdendi. Onlarla yıllarca orada tatil yaptım, hiçbir zaman o masada üst üste iki gece oturduklarına şahit olmadım. Bir gece orada oturdularsa, ertesi gece bir başka masayı seçerek o benzersiz başbaşa olma halini diğer misafirlere bırakıyorlardı.

Bencilliğin, aç gözlülüğün, tatilde her şeyi kendine hak gören bağırgan obur egolardan uzak, damıtılmış bir sadelik içinde yaşıyorlardı. Birbirlerinden başka kimseye ihtiyaçları yoktu. Mırıl mırıl sohbet ediyor, göz göze geldikleriyle kibarca selamlaşıyor, ayak üstü sohbetlerde karşılaştıkları -hiç tanımadıkları insanları- ilgiyle dinliyorlardı.

Bizler orada adımızın önündeki sıfatlardan, bilindik etiketlerin hepsinden sıyrılıp sadece kendimiz olabilmenin engin huzurunu yaşıyorduk. Sadeliğin aslında her şey olduğunu farklı farklı deneyimler üzerinden öğrenmiş, bir şekilde içselleştirilmiş halimizle sadece kendimizdik. Bu kendi olma halimiz içinde her türlü sosyal statüden sıyrılmıştık. Eşittik. Bu eşit olma haline gönüllüydük. Bu yüzden de, birbirimize hiç söylemesek de, birbirimiz için çok değerliydik. Bu değeri yıllar içinde, demlenerek kazandık. Belki belirttik, belki belirtemedik ama hep hissettik. Buna eminim.

Birbirimize ‘İyi kışlar’ dileyerek ayrıldığımız kışlardan birinde bahsettiğim çiftin erkek olanıyla beklenmedik bir yerde, Norveç’in Ankara Büyükelçiliği tarafından, ülkelerinin ulusal günü şerefine verilen davette karşılaştık. Mayoların üzerine alınan hafif giyecekler, basit terlikler yerine olabildiğince özenli, resmi bir davete uygun kıyafetler içinde karşılaştığımızda aynı memleketten olan insanların sıcak gülümsemesi ile karşıladık birbirimizi. Yaz aylarında hiç konuşmadığımız kadar konuştuk, hâl hatır sorduk, olan bitenden bahsettik. İlginç biçimde, dünyanın en zengin ülkelerinden olan Norveç’in, küçük bir topluluğu davet ettiği ve Büyükelçi’nin Ankara sırtlarındaki bir apartman dairesindeki evinde yapılan bu davetler, sadelik ve özen bakımından yazın alışık olduğumuza çok uygundu. Sonraki üç yaz ve üç kış bu karşılaşmalar devam etti. Derken ülkede beklenmedik şeyler yaşanmaya başladı.

Bir Kasım günü, nezaketi bir giysi gibi üzerinden taşıyan, insan sevgisi ile dopdolu olan bu çiftin başına artık hepimizin bildiği bir olay geldi. O nazik adam gözaltına alındı. Büyük şaşkınlık ve üzüntüyle karşıladığım bu olayın birkaç gün içinde çözüleceğine inanıyordum. İnandığım gibi olmadı. Tutuklanarak hapse gönderildi.

Yaş aldıkça daha da gereksiz olduğuna inandığım ancak bir türlü bırakmadığım, artık bana da tuhaf gelen iyimserliğimle önümüzdeki yaz yeniden karşılaşacağımıza emindim. Öyle olmadı. İlk defa o yaz koşa koşa gittiğim bu yeryüzü evime gitmek içime sinmedi. Gidemedim. Sonraki yaz aynı sessizlik içinde ama daha da yalnızlaşmış olduğumuzu bilen bir hisle gittim. Bir sonraki yaz ve sonraki yaz da…

Bahsettiğim bu çift, Prof. Dr. Ayşe Buğra ve Osman Kavala. Siz bu yazıyı okurken Osman Kavala tutukluluğunun 5 yıl 295. gününü yaşıyor olacak. Hücresinde bir başına, kim bilir hangi kitabın satırlarına tutunarak…

Çanakkale dünden beri yanıyor. Siz bu yazıyı okurken, harfleri tuşladığım şu an can çekişen yaban hayvanları büyük ihtimalle artık yaşamıyor olacak.

O güzelim mekân, Mustafa Oran’ın eşsiz düşü, Assos Terrace otel hala orada. Umudu canlı tutan bir deniz feneri gibi kurulduğu burnun üzerinde çakıp sönmeye devam ederek hepimizin hafızasını koruma altına alıyor. Benim için hafıza aynı zamanda ev demek. Evime iyi bakan birileri var. En azından bu yüzden umutlu olmak gerek.

Çok sıcak, çok zor bir yaz. Çok zor bir hafta. Ayrıca benim için çok zor bir yazı. İzninizle yazıyı bir dilek ve bir selamla bitireceğim.

Geçmiş olsun Çanakkale.

Sevgili Ayşe Hanım ve Osman Bey, çok selam ve sevgiler. Yine buluşacağız.