Farkındalık ve Altılı Tasa

en bir siyaset bilimcisi ya da anayasa uzmanı değilim. O nedenle içeriğe yönelik eleştirilerimi geri plana alıyorum. Benim burada yadırgadığım şey en basit haliyle metotsuzduk.

İkibinli yılların başında toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları konusuna yoğunlaştığım dönemde bu alanda çalışan hemen herkes gibi hedefim bir farkındalık yaratmaktı. Hepimiz insanlık tarihi boyunca değişmeden gelen sorunlar yumağının yazdığımız bir kitap, birkaç makale ile çözülmeyeceğini gayet iyi biliyor, farkındalık yaratabilecek şeyler söylediğimizi düşünüp, bundan güç alarak üretmeye devam ediyorduk. Geri dönüp baktığımda bu durumun insanın kendini gönüllü kandırmasının örneklerinden biri olduğunu anlıyorum. Olmasını beklediğim farkındalık Türkiye toplumunda oluşmadı. Belli belirsiz oluşuyor sandığımız bu farkındalık bizi mevcut durumu iyi yönde değiştirip geliştiren sonuçlara taşımadı.

Denizin ortasından kendinden aldığı güçle, nereden bulduğu belli olmayan inançla kabara kabara gelip kıyıya vuran bir dalganın bembeyaz köpükleri gibiydik. İşaret ettiğimiz şeyler doğruydu. Onurlu bir hak arayışının, farkındalığa fit olan, ince ince düşünülerek kurulmuş cümleleriydik. Kadınlar, çocuklar, doğa derken sokak hayvanları barbarlık sınırına dayanan muameleler görmeye başladı. Demek ki farkındalık oluşturmak o kadar da doğru bir hedef değilmiş. Daha radikal bir yol üzerinde düşünmek lazımmış. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde İstanbul’da yaşananlar beni farkındalık konusunda yeniden düşünmeye itti. Önce 25 Kasım’ın hikayesini hatırlayalım.

Neden 25 Kasım

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü, 1960’ta Dominik Cumhuriyeti’nde diktatör Rafael Trujillo’ya karşı mücade veren Mirabal kardeşlerin katledilmelerine dayanıyor. Bilinmeye değer bir hikayeleri var. Patria, Adela, Minerva, Maria Teresa kardeşler Dominik Cumhuriyeti'nde üst sınıf bir aile olan Mirabel’lere doğuyorlar. Amcası ile yaptığı konuşmalar sonucunda önce Minerva etkileniyor. Hukuk okuyarak 30 yıllık hükümdarlığı sırasında 50.000'den fazla insanın ölümünden sorumlu olan diktatör Trujillo'yu devirmek için bir yeraltı hareketine dahil oluyor. Daha sonra diğer kardeşler ona katılarak Trujillo rejimine karşı bir grup muhalif olan On Dört Haziran Hareketi'ni kuruyorlar. Bu grup içinde Mirabal kardeşler, zamanla ‘Les Mariposas’ "kelebekler" diye adlandırılmaya başlanmışlar. Verdikleri mücadelede kendileri ve kocaları defalarca hapsedilip işkence gören Mirabal kardeşlerden üçü, Minerva, Maria ve Patria, 25 Kasım 1960 günü hapishanedeki kocalarını ziyaretten evlerine dönerlerken araçları polis tarafından durduruluyor. Şoförleri ile birlikte yakındaki bir şeker kamışı tarlaşına götürülüp işkence ile öldürülüyorlar. Polis tarafından ölümlerine kaza süsü verilmeye çalışılsa da kimse buna inanmıyor. Katledilmeleri kamuoyunda büyük bir tepkiye yol açıyor. Bunun sonucunda Trujilo, 1961 yılında CIA destekli bir suikast sonucunda öldürülüyor. Kelebeklerin öldürülmesinden bir devrim doğuyor. 1999 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kadına yönelik şiddete karşı ‘farkındalık yaratmak için’ bu olayı uluslararası bir farkındalık gününe dönüştürdü.

BM’nin de beklediği farkındalık hali hazırda kendini var edemedi. 25 Kasım’da İstanbul’da yaşandıklarımız ortada. Bence artık bu farkındalık arayışlarını bir kenara bırakmak gerekiyor. Anlaşılan o ki bu hayalci bir tutum. Daha rasyonel sonuçlara ihtiyacımız var. Kadınla ilgili her şey politik olduğu için, baskıcı rejimlerde bu gibi farkındalık yaratma eylemlerinden mevcut durumu iyi yönde değiştiren bir sonuç almayı beklemek beyhude. Madem toplum beklediğimiz dönüşümü bir türlü beceremiyor. Hal böyle olunca beklentiyi ondan alıp mücadeleyi sertleştirip, bir kadın devrimini hedeflemek gerekli görünüyor. Feminist hareket dünyada ve Türkiye’de artık yeni bir eşikte. Çok inanıyorum ki bu eşiği geçecek. Zira her ne olursa olsun, bu ülkenin düşünen, hak arayan, özgür bir yaşam isteyen kadınlarının savunma hattını boş bırakmayacakları bir gerçek. Kadın hareketinin bu inadı, şu an Türkiye’deki en diri, en devingen politik duruş ve bu duruş bir devrimi hakkediyor.

Değişim ve Devrim

Latince kökenli dillerin hemen hepsinde evrim ile devrim arasında karşılıklı bir varoluş vardır. Devrim kelimesi, revolution, révolution, rivoluzione ile ifade edilirken, evolution, evoluzione kelimeleri evrimi işaret eder. Başka bir deyişle devrim, evrimin R parantezine alınmış halidir ve biri olmadan diğeri gerçekleşemez. Bu durum ilginç biçimde dilimizde de böyledir. (D)evrim bir içiçe geçmişlik halidir ve birinin gerçekleşmesi diğerininkine zemin hazırlar. Gerek devrim, gerekse evrim bir değişikliği ifade eder. Ancak bu iki kelimenin ima ettiği değişiklik arasında belirgin bir fark vardır. Evrim, yavaş ve kademeli bir değişimi ifade ederken, devrim, ani, dramatik ve eksiksiz bir değişimi ifade eder. Bizim ihtiyacımız olan bir farkındalık yaratmak değil bu ani değişim.

Farkındalık ve değişim günümüz Türkiye’sinin hem ruh halini hem de içinden geçtiği süreci de tanımlayan kelimeler. Bu kelimelerin taşıyacağı gerçek anlamları onlara yerleştirecek olanlara bakınca şüphesiz ki mevcut iktidarın karşısında yer alan muhalefet kanat başta geliyor. Böyle bir süreçte hepimizin gözü ister istemez muhalefetin en geniş çatı yapısı olan altılı masada.

Altılı Tasa

Kadın, çocuk, doğa, sokak hayvanları gibi konuların hiçbirinde beklenen farkındalıkların oluşmadığı, durumlarının kötüden betere dönüp durduğu bir toplumda kendini siyaset dilinde anlamsal bir karşılığı olmayan altılı masa tabiri ile ifade etmeyi seçmiş bu oluşum geçtiğimiz gün güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişi öngören anayasa taslağını bizlerle paylaştı. Ben bir siyaset bilimcisi ya da anayasa uzmanı değilim. O nedenle içeriğe yönelik eleştirilerimi geri plana alıyorum. Benim burada yadırgadığım şey en basit haliyle metotsuzduk. Ülke evlatlarının geleceğini belirleyecek bu en kritik seçimde temeli doğru dürüst atmadan üçüncü kattan konuya girip bundan bir zafer havası yaratılması sade bir vatandaş olarak beni tasalandırıyor.

O gün yapılan konuşmaları tek tek dinledim. Bir metin yazarı olarak baktığımda konuşmaların neredeyse hiçbirinde yenilikçi bir söylem bulamadım. Ağır akademik dil ve ağır siyasi jargon anlamca yorulmuş klişelerle doludur. Dinleyen kişi bu dile ve bu dilin ne denli işlevsiz olduğuna alışıktır. Cümleler havada kalır, insana değmez. Ben o günkü konuşmalarda bunu hissettim ve hissettiğim şey hoşuma gitmedi.

Dil konusunda çok düşünmüş ve akademik çalışmalar yapmış bir kadın olarak seçime giden süreçte metin yazarlarının acilen gözden geçirilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Siyaset dilimiz çok lacivert takım elbiseli. Bu kıyafetin değişmesi lazım. Bu yolda samimi bir dile ihtiyacımız var. Samimiyetin yükleneceği dil yürekten gelir. Korkusuzdur. İnanç doludur. Biz önümüzdeki altı ayı daha dinlerken yorulduğumuz bu ağdalı dille geçiremeyiz.

Anayasa taslağı konusunda da elbette düşüncelerim var. Ben bir kadın, bir yazar olarak devrimi isteyen kelebeklerden biriyim. Türkiye’nin özgürlükten yana aydın insanlarının 1982 gibi faşist bir darbenin üzerine yamalanandan çok daha fazlasını hakkettiğine inanıyorum. Ama bu başka bir yazının konusu.