Ağlayan bebeklere son

Kadınlara seçme ve seçilme hakkının 89. Yıldönümünü kafamda bu düşünceyle kutladım. Bu haftaki yazımda kadınların ağlayan bebeklerle olan hikayesini farklı kaynaklar üzerinden beraberce okuyalım istedim.

Hala var mı, bilmiyorum. Benim çocukluğumda hemen her kız çocuğunun en gözde oyuncaklarından biri ağlayan bebekti. Bacak kadar boyumuzla oyun diye eğilip kaldırıldığında bir ağlama sesinin duyulduğu bu bebeği susturmaya çalışırdık. Arkasını pışpışlamaktan üzerini örtüp yatırmaya, altını almaktan yemek yedirmeye kadar uzanan farklı işleri yerine getirir, zaman zaman aferinlerle ödüllendirir, çok ağladığında kendi kendimize konuşarak ne kadar yorulduğumuzdan dem vururduk.

Masum gibi görünen bu oyunun kız çocuklarına cinsiyet üzerinden görev tanımının yapılmasını sağlayan toplumsal bir araç olduğunu fark ettiğimde otuzlu yaşların sonundaydım. Bu oyunun farklı kurgular üzerinden yaşam boyu sürdüğünü idrak edeli epey oldu. Bir kadının hayatı çocuğu olsun ya da olmasın, çevresinde mızmızlanma, huysuzlanma hakkını kendi kendine bahşetmiş olanları idare etme, ilişkileri düzenleme ya da yaşlarına bakılmaksızın bu ağlayan bebekleri susturmakla geçer. Birine hayır diyebilen, bir diğerinde pes eder. Yaşam yolunda karşılaştığı bu ağlayan bebeklerle olan mücadelesinde kadın kimi zaman kendine, kimi zaman topluma yenilir.

Kadınlara seçme ve seçilme hakkının 89. Yıldönümünü kafamda bu düşünceyle kutladım. Bu haftaki yazımda kadınların ağlayan bebeklerle olan hikayesini farklı kaynaklar üzerinden beraberce okuyalım istedim.

İLK AĞLAYAN BEBEK BİR ERKEK Mİ?

Kadın ve erkeğin cinsiyetleri üzerinden görev tanımının yapıldığı ilk metinler arasında Pandora’nın Yaratılması gibi mitolojik hikayeler ve kutsal kitaplar başı çeker. Eski Ahit’e göre ilk kadının yaradılış nedenini erkeğin can sıkıntısını gidermektir. Görevi ise erkeğe yardımcı olmaktır. Ne var ki kadın, hiçbir şeyden haberi olmayan garibim saf ve iyi erkeğin cennetten kovulmasına neden olacak, ömürlerinin sonuna kadar ortaklaşa bir günahın bedelini ödemek zorunda kalacaklardır.

Tevrat’ın Yaradılış bölümünde anlatılan bu hikâye, İncil’in İlk Günah kısmında yeniden karşımıza çıkar. Ancak bu defa kadın yalnız değildir, bir işbirlikçisi vardır. Havva’nın cennette işlediği günahın arkasında Şeytan’ın olduğu öne sürülerek, kadının şeytanla birlikte anılmasının yolu açılır. Yüzyıllar boyu kadın erkeğe göre değersiz, kötü ve tehlikeli olandır. Dolayısı ile ev içinde tutulmayı, ağlayan bebekleri susturmayı, düzenli ve tertipli ev kadınları olmayı benimsemeleri istenir.

KUTSAL KİTAPLARDAN TİYATRO OYUNLARINA

Bizde de durum pek farklı değildir. Batılılaşma hareketleri ile yazılı metinlerle tanışan Türk tiyatrosu, tıpkı Eski Ahit’te olduğu gibi bir evlilik hikâyesiyle başlar. Şinasi, olası birçok temanın içinden 1860 yılında kaleme aldığı Şair Evlenmesi’nde Batılı bir hayat tarzına geçme sıkıntıları yaşayan topluma görücü usulü evliliğin sakıncalarını anlatmayı seçer. Ona göre, Batılaşma yoluna giren bir toplumda görücü usulü evlilikler yerlerini aşk evliliklerine bırakmalıdır. Ancak tiyatromuzun yazdığı evli kadın tarihi de tıpkı insanlık tarihinde olduğu gibi kötüden betere doğru devam eder. Cumhuriyet döneminde kadınlara haklar verildikçe bazı erkekler parmak sallamaya başlarlar. Bunlardan biri de Hüseyin Rahmi’dir.

GELENEKSEL OLANIN YÜCELTİLMESİ

Şinasi ile Hüseyin Rahmi Gürpınar arasındaki dönemde Türk kadını önce erkeklerle eşit eğitim imkânını kazanır (1924), Kılık ve Kıyafet Kanunu ile elbiselerini yeniler (1925), Medeni Kanun ile yasal statüsü bütünüyle yenilenerek, aile içinde erkekle eşit haklara sahip olur (1926). Bu haklar, 1930’da yerel, 1934’de ise genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı ile taçlanır. Yaşamın ve toplumsal hafızanın geleneksel, kanun ve düzenlemelerin modern olduğu bu melez geçiş döneminde Gürpınar değişen düzeni erkekleşen kadınlar üzerinden eleştirirken gözünü evlilik kurumuna diker. 1932 tarihli Kadın Erkekleşince oyununda Gürpınar görücü usulü, anlaşmalı ve kaçarak evlenme olmak üzere üç farklı evlilik modelini ele alır. Ancak bu evliliklere Şinasi’nin yaptığı gibi biçimsel bir eleştiriyle değil, evliliğin nasıl olması gerektiğine yönelik düşüncelerini, evli kadının nasıl olması gerektiğini anlatarak yapar. Hayatı boyunca evlenmeyen Gürpınar, Türk kadınına evlilik kurumunda uyması gereken kuralları hatırlatır.

KÖTÜ KADIN, KÖTÜ ANNE, KÖTÜ VATANDAŞ

Oyunda geleneksel kadını temsil eden kayınvalide Mebrure Hanım ile modern kadının temsilcisi gelin Nebahat arasındaki çatışmada Gürpınar, Mebrure Hanım’dan yana yer alır. Erkeklerle eşit haklara sahip modern bir dünyanın kadını olan Nebahat erkekleşen kadın tipinin ateşli bir temsilcisidir. Nebahat evlilik ile ilgili olan kurallarını baştan koyar. Kayınvalidenin hop oturup hop kalktığı merasim faslının ardından hamile kalır. Bu gelişme ile bebeğe kimin bakacağı problemi ortaya çıkar. Zira Nebahat evde oturup ağlayan bir bebeği susturmayı kesin bir dille reddeder. Doğumundan sonra işten ayrılmayıp çalışmaya devam eder. Ona göre çocuğa bakmak her iki ebeveynin ortak sorumluluğu, ortak işidir. Bu nedenle nöbetleşe işe gitmeleri konusunda ısrarcı olur ve kendisi gibi düşünmeyen eşi ile inatlaşır. Bu inatlaşma felaket getirir. Bir akşamüzeri iş dönüşü eve gelen çift, bebeklerini beşiğinde ölmüş halde bulurlar. Her konuda erkekle eşit olduğunu söyleyen, bu eşitliği aile yaşamına getirdiği kurallarla uygulamaya koyan ve hiçbir taviz vermeyen Nebahat, çocuğunun ölümüne neden olan kötü bir anne olarak karşımızdadır.

Hüseyin Rahmi bununla da kalmaz. Çalışan kadına yönelik bu endişesini, metin içinde birkaç söyleşimle yer verdiği “Türklüğün yükseltilmesi” ile boyutlandırır. Ona göre Türk nesli, çalışma hayatından fedakârlık ederek çocuğuna layıkıyla bakan kadınlar tarafından yükselecektir. Oyunun sonunda Nebahat yalnızca kötü bir anne olarak betimlenmez, kötü bir vatandaş olarak da tanımlanır.

DAHA ÇOK KADIN ADAY, DAHA ÇOK KADIN BAŞKAN

Çocukluğuma geri dönüp düşündüğümde ağlayan bebeğimle oynadığım anları hatırladığımı söyleyemem. Ama vardı, biliyorum. Benim şansım, çocukluk dönemimde annemin görevli olarak gittiği Fransa’dan dönerken getirdiği Caroline adındaki bebek oldu. Ağlayan bebeğimin aksine Caroline, düğmesine basıldığında sırtındaki küçük plaktan bir şarkı söyleyen o güne kadar görmediğim, farklı bir bebekti. Özenle taranmış saçları ve giysisi ile gezmeye gitmeye hazırdı. Evden çok, sokağa aitti. Onunla kurduğum oyunlarda bilmediğim yerlere gidiyor, evin dışındaki dünyayı kendimce keşfediyordum. Ağlayan biriyle uğraşmadığım gibi, kendim de ağlamıyor, kendi kendime yetebildiğimi düşlediğim bir evreni hayal ediyordum. Şanslıyım. Hayatı böyle algıladım ve kendime bu dünyayı kurabildiğim zamanlarım oldu.

Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı’nın verilişinin seksen dokuzuncu yıldönümünde dilerim bu şans pek çok kadın için gerçek olur. Dilerim 31 Mart Yerel Seçimlerinde kadın adayların çoğunlukta olduğu, pek çok kadın adayın seçimi kazandığı bir sonuç yaşar, doksanıncı yıldönümüne bu güçle gideriz. Zira ağlayan bebeklerle uğraşmak bir yere kadar.