Hanım kızlar rahatsız

Botticelli’nin, 1484 – 1486 yıllarında yaptığı düşünülen Venüs’ün Doğuşu tablosu tüm dünyada yaygınca bilinen sanat eserlerinden biridir. Büyükçe bir...

Botticelli’nin, 1484 – 1486 yıllarında yaptığı düşünülen Venüs’ün Doğuşu tablosu tüm dünyada yaygınca bilinen sanat eserlerinden biridir. Büyükçe bir istiridye kabuğu içinde bir eliyle göğüslerini, diğer elinde tuttuğu saçlarıyla cinsel organını saklayan Venüs, bebek olarak değil yetişkin bir kadın kılığında doğar. Tabloda kucağında Chloris’i tutan batı rüzgârı tanrısı Zephyrus, çiçeklerle bezeli bir rüzgâr üfleyerek Venüs’ü kıyıya ulaştırır. Kıyıda Venüs’ü karşılayan kadın yine Chloris’tir. Zephyrus ile evlenip bahar tanrısı Flora olmuştur. Üzerinde çiçek desenleri olan büyükçe bir kumaşla Venüs’ü sarmayı bekler. Denizin çıplak kızı karaya ayak basar basmaz zaman örtünmelidir.

Hanım kızlar rahatsız - Resim : 1

Aynı karakterin iki farklı şekilde resmedildiği, içinde zaman geçişi olan bu kompozisyon Botticelli’nin bir diğer ünlü tablosu Primavera’da da aynı şekilde kullanılır. Bu sefer Zephyrus tablonun sağ tarafında, soğuk mart rüzgarlarını üflemekten soğuk bir mavi tonunda çizilmiştir. Ağzında çiçeklerle yere henüz ayak basan Chloris bir adım sonra kucağındaki çiçekleri doğaya serperek havaları yumuşatan Flora olacaktır.[1] Tek fark Venüs’tedir. Aşkın büyüleyici tanrısı Venüs tablonun orta bölümünde, tepesinde ona eşlik eden aşkın gözleri kapalı meleği Cupid ile birlikte sımsıkı giyinmiş olarak resmedilmiştir. Dönemin makbul kadın algısına uygun kıyafetleri içindeki Venüs, doğduğu tabloyla karşılaştırıldığında tanınmaz haldedir.

Hanım kızlar rahatsız - Resim : 2

Venüs’ün bu iki farklı temsili hayal edilen kadınla, olması istenen kadın arasındaki farkın çarpıcı bir temsilidir. Ancak bu temsil sadece tablolarda kalmaz. Toplumun, ailenin ama hepsinden öte kadının yaşantısına sirayet eder. Venüs’ün ‘hanım kız’ olması istenir. Ataerkil yapının bir dayatması olan bu istek elbette politiktir.

‘BENİM BAŞÖRTÜLÜ KARDEŞLERİM’

Türkiye son yirmi yılda pek çok şey üzerinden ayrıştırıldı. Kadına yönelik söylemler bunun en çarpıcılarından biriydi. Başörtülü kadınların eğitim hakları üzerinde yapılanan bu söylemin ilk hedefi başı kapalı genç kızların üniversitelere gidebilmeleri, kamu kurum ve kuruluşlarında kıyafet yönetmeliklerine takılmadan iş bulabilmeleri üzerineydi. Gerçekleşti de. Başörtülü kadınlar ve siyasi erk bir mağduriyette buluşmuştu. Ancak mağdurun dili giderek iktidarın her alanına yayılan güç zehirlenmesinden payını almaya başladı. Bir noktadan sonra hedefine yine kadınları aldı. Üniversitelerin çeşitli bölümlerini dolduran, eğitim alan, hiç kimseye ihtiyaç duymadan kendi ayakları üzerinde duracakları bir gelecek inşa etme hayali kuran başörtülü kadınlar, mezuniyetlerinin ardından yanıldıklarını anlamaya başladılar. Haziran 2016’da Kadın ve Demokrasi Derneği’nin (KADEM)’in Üsküdar hizmet binasının açılışında bir konuşma yapan Erdoğan, ‘samimi düşüncemdir’ diye söze başlayarak iş hayatının anneliğin alternatifi haline gelmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirip kadınlara ev içi yaşantıyı, anneliği, en az üç çocuklu anneler olmaları hedefini koyuyordu. Erdoğan’a göre ‘anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın, iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun özgünlüğünü kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Eksikti, yarımdı. Hatta ve hatta insanlıktan vazgeçmekti’.[2] Üniversitelere girip, meslek edinen, çalışmaya başlayan ‘başörtülü kardeşlerimiz’ çok belli ki, artık rahatsızlık vermeye başlamışlardı. Fatmagül Berktay’ın, Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak adlı kitabında “kadının erkeğe göre ve onun bakış açısından” tanımlanarak, kadını “bireysellikten ve öznellikten yoksun bir nesneye dönüştürme” savının tipik bir örneği olan bu durum bir söylem değişikliğinin ötesinde bir oyunbozanlık. Zira iktidar partisi ‘başörtülü kardeşlerine’ üniversite eğitimi vaadi verirken hesabını sadece üniversiteye girmeleri üzerine yapmıştı. Üniversiteyi bitirdikten sonra ne yapacaklarını düşünmedi. Bu kardeşlerimizle ilgili projeksiyon köprüyü geçene kadardı. Bu köprü üniversitelerin kapısına kadardı, sonrası hesapta yoktu. Cumhuriyetin getirdiği modern yaşam tarzı, çağdaş kadın kimliği ile bir hesaplaşma hareketi olan bu vaad tek atımlık kurşundu. Kullanıldı. Önümüzdeki seçimde ‘başörtülü kardeşlerimize’ evlerinde oturup anne olmaları dışında verilecek bir vaad yok. Dahası, giderek ağırlaşan yaşam koşulları, artan yoksulluk altında, marketlerde kilit takılan bebek mamaları, neredeyse geçen senenin alkollü içeçek fiyatlarını geride bırakan süt gibi temel besin maddelerinin lüks tüketime girdiği bir ülkede, bu kardeşlerimizin çocuklarını nasıl besleyip bakacakları da iktidarın pek umurunda görünmüyor. Nitekim Erdoğan, 24 Mayıs 2019’da kalabalık içinden kendisine seslenen başörtülü bir kardeşinin ‘efendim iş bulamıyoruz… iş yok… ben iki üniversite mezunuyum işim yok şu anda’ sözlerine cevap olarak ‘kocan ne iş yapıyor?’ demenin ötesine gidemedi. Vaatler üzerine kurulan bir söylemin sabun köpüğüne dönüştüğü anlardan biri o gün yaşandı. Bugün artık kardeşlik bitti, o kadınlar da ötekileştirildiler.

Aradan geçen onca yıldan sonra bir kadın olarak iktidara soruyorum; benim başörtülü kardeşlerimi niçin kandırdınız? Neden milyonlarca diplomasız işsizler ordusuna eklediniz? Bu kadınları neden ellerinde diplomalarla evlerine yollamaya kalktınız? Madem en az üç çocuk doğurmalarını istediniz neden o çocuklara sosyal haklarını sağlamadınız? Cevap ortada. Tıpkı önceki seçimlerde kapı kapı dolaşılarak erzak dağıtılan, bugünse önemsenmeyen, yoksulluk sınırı altında yaşayan milyonlar gibi, bu kardeşlerimiz de artık oy kaygısı bariyerinin dışında kaldılar. Okuyan ve ayakları üzerinde durmak isteyenler makbul kadın vasıflarını kaybedip kardeşlikten de çıkarılıyorlar. Kimisi kendi çevresinde dışlanıp, eleştirilere maruz kalıyor. Kimisinin arkasından konuşuluyor. Farklı bir mücadele içinde tek başlarına bırakılan bu kardeşlerimizin haklarını aramak, dayanışmak bize, hepimize kalıyor. Zira biz, Türkiye’nin sınıf farkı olmaksızın tüm kadınları, sokakta can güvenliğimiz olmadan yürüyoruz. Dizi dizi diplomalarımıza rağmen iş bulamadığımız bir cehennemi paylaşıyoruz. Şu an Türkiye’de eğitimi ne olursa olsun, çocuğunun geleceğinden kaygı duymayan tek bir kadın olduğuna ben şahsen inanmıyorum. Dahası, çocuksuz bir kadın olmam içimi rahatlatmıyor. Karşılaştığım her kadında, her çocukta bu endişeyi hissedip endişeleniyorum. Sosyal medyada dokuz, on yaşlarındaki çocuklarla yapılan sokak röportajlarını görüyorsunuzdur. Bambaşka şeyler konuşması gereken çocuklar geçim sıkıntısı, parasızlık konuşuyor. Ne hayalleri ne de umutlu bir gelecek kurguları var. Çaresizlik içinde isyan ediyorlar. Kimilerine bu durum hoş geliyor. ‘Z kuşağı çatır çatır geliyor’ diyerek, çözemediğimiz sorunların hepsini omuzlarına yükleyip, ‘nasılsa bunlar çözer’ hissiyle kendimizi rahatlatıyoruz. Pardon da, Z kuşağı neden çatır çatır gelsin? Olduğu yaşın gereği neyse onu yaşasın bu çocuklar. Hayal kursunlar, saçmalasınlar, hayatın sadece çocuklukta yaşanan o geniş ferahlığından paylarını alsınlar. Yetişkinliğin zor günlerine kendilerini hazırlayıp güç toplasınlar. Ama ne mümkün. Savaşta ilk kurtarılması gereken kadınlar ve çocuklar ülkemizde harcanmış durumda. Eminim ve çok üzgünüm ki, bu ülkenin mütedeyyininden ateistine, iyi yürekli ve aydın erkekleri de kendi yaşam standartlarından bağımsız olarak bunları görüp, hissedip dertlenerek koca bir suskunluğu sessizce paylaşıyorlar.

İktidar partisi, uzunca bir süreden beri birleştirici değil, ayrıştırıcı bir dili kullanıyor. Yaklaşmakta olan seçim öncesinde hedeflerinden biri biz kadınlarız. Cumhuriyetin modern yaşam tarzıyla, çağdaş kadınlarıyla yapılan hesaplaşma günden güne şiddetleniyor. Kendisi de kız babası olan en yüksek devlet görevlisi kadınlara ‘sürtük’ demekte beis görmüyor. Bir din adamı çıkıp ‘kasap dükkanı gibi et görmekten bıktığını söyleyerek’ kadınları nefret dilinin hedefi haline getiriyor. Başörtülü bir kardeşimiz sokak ortasında evine dönerken tekbir getiren bir adam tarafından sırtından bıçaklanıyor kimse sesini çıkartmıyor. İktidar partisinde kadının erkekle eşit olmadığını söylemekten çekinmeyen erkekler var. Kendilerine katılıyorum. Zira bu ülkenin kadınları, bu ülkedeki hiçbir erkeğin adım atmadığı bir cehennemi paylaşıyorlar.

Şunu netleştirelim. İktidar her ne kadar bizi ayrıştırmaya çalışsa da, kadın erkek farketmeksizin bizler birbirinden başka kimsesi olmayan terk edilmiş insanlarız. Var gücümüzle üfleyip bu karanlığı dağıtmaktan başka çıkar yolumuz yok. Bunun için dayanışmak ve yeniden doğmak mecburiyetindeyiz.


[1] https://news.artnet.com/art-world/sandro-botticelli-primavera-4-things-to-know-1937013


[2] https://www.sozcu.com.tr/2016/gundem/erdoganin-annelik-uzerine-sarf-ettigi-sozleri-tartisiliyor-1263202/