Nefret pandemisi

Nefret, iki ucu keskin bir kelime. Sadece nefret edileni değil, edeni de işaret ediyor. Hrant Dink’in katledilmesinin ardından dildeki kullanımına dikkat...

Nefret, iki ucu keskin bir kelime. Sadece nefret edileni değil, edeni de işaret ediyor. Hrant Dink’in katledilmesinin ardından dildeki kullanımına dikkat çekilmeye çalışılsa da bu kıymetli çaba ne yazık ki karşılığını bulamadı. Bütün dinlerin insana sevgiyi aşıladığı, neredeyse her köşe başında bir ibadethane olan memleketimizde hiçbir sosyal refleks nefretin önünü kesemedi. Karşılıklı anlayış ve dayanışmanın önemi gibi toplum yaşamının olmazsa olmaz değerleri de nefret pandemisinden payını almaya başladı. İçinden geçtiğimiz günlerde nefret, herhangi bir gerekçe üzerinde kendini temellendirmeye gerek duymadan, mutlak bir haklılık üzerinden şekillenmeye başladı. Bunda ülkemizdeki siyaset dilinin giderek nefret söylemine dönüşmesinin etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum.

Nefret pandemisini körükleyen en önemli şeylerden biri iktidarın dili birleştirici değil, ayrıştırıcı bir araç olarak kullanması; dil üzerinden toplumun farklı kesimlerini birbirine karşı konumlandırması yatıyor. Bu basit bir kelime oyunu değil, linguistik bir strateji. Bu strateji dahilinde birileri hedef, birileri taraf, birileri de görülmeyenler olarak konumlanıyor. Aynı tarafta olanları yazmaya gerek yok. Hepinizin malumu. Hedef olanlar ve görülmeyenler üzerine düşünelim isterim.

NEFRET DİLİNİN HEDEFİNDEKİLER

Oscar Wilde, De Profundis kitabında ‘Öğrenmen gereken bir şey var; ‘nefret’, entelektüel anlamda ele alındığında ‘sonsuz yadsımadır’. Duygular bağlamında değerlendirildiğinde bir körelme biçimidir ve kendinden başka her şeyi öldürür’ der. Yaşadığımız toplumda nefret bu iki ayrımı içinde barındıran bir güce sahip. ‘Kendinden başka her şeyi öldüren, öldürdükçe güçlenen sonsuz bir yadsıma duygusuna dönüşmüş durumda. Dil, iktidarın araçlarından biri olarak kabul edildiğinde, iktidar için nefretin hedefi ‘kendinden başka herkes’ halini aldı. İktidarın kendini nasıl tanımladığına bakmak, hedef kitlenin ne denli büyük, ne denli geniş katmanlı olduğunu ortaya koyuyor. Kadınlar, hayatını modern/medeni biçimde yaşayanlar, düşünce ve inanç özgürlüğüne inananlar, hayvan sevenler, sokak hayvanlarını besleyenler hiç beklemedikleri bir anda kendilerini nefret söyleminin öznesi olarak bulabiliyor dahası şiddet görebiliyorlar. Ancak başlarına gelenler toplumda bir infial oluşturmuyor, aksine ‘sonsuz bir yadsıma’ ile karşılanıp birbirine eklenen benzer olaylardan birine dönüşüyorlar. Nefretin bu yok edici gücü çok düşündürücü. Zira geniş kitleler tarafından vicdanen rahatsız edici olarak karşılanan olaylar bile doğru düzgün duyulmuyor. Unutmayalım ki, kendinden başkasına alan tanımayan bir yapıda herkes, ama herkes ‘sıradaki’ niteliğindedir.

SUSKUNLAR VE GÖRÜLMEYENLER

Toplumu oluşturan bireyler her ne kadar eşit haklarına sahip olsalar da bunun pratikteki gerçekliği herkes için aynı değil. Günümüzde itibarlı olanın sözü dinlenip duyuluyor. Bu itibar ise son derece mesnetsiz. Liyakatin olmadığı, kısa yoldan servet yapanların yüceltildiği bir toplumda suskunların sayısı giderek artıyor. Susma bir kabul etme durumu değil, aksine maruz kaldığı dili ret etme halidir. Susan insan, artık bir işe yarayacağını düşünmediği için bir araç niteliğinde olan dili kullanmayı bırakır. Bu bilinçli bir tercihtir ve nereden bakılırsa bakılsın entelektüel bir zemin gerektirir. Bir de ne derse desin duyulmayacağını bilenler var. Bunların başında toplumun yoksul kesimi geliyor.

Ağırlaşan yaşam koşulları, karşılanmayan sosyal haklar giderek daha da ağır biçimde ezilen milyonlarca insanın çok belli ki iktidarın nazarında bir önemi yok. Çoktan gözden çıkarılmış bu insanlar besbelli ki artık bir oy kaygısı bile değil. Konuyu biraz yakından takip edince yaşadıklarına yaklaşımının nefret söyleminden payını aldığı görüyoruz. Burada düşündürücü olan bu kişilerin salt iktidar tarafından değil, toplum tarafından da görülmüyor olmaları. Nasıl otobüste cinsel tacize uğrayan genç kıza ‘ama o da mini etek giymeseymiş’ diyerek yaşadığı bu insanlık dışı eylem normalleştiriliyorsa, yoksul kesimin başına gelenler kader ya da farklı ‘ama o da’ cümleleri üzerinden okunup içinde bulundukları güçlükler onların normaliymiş gibi algılanıyor. Bu çok adaletsiz bir algı. Üzerinde düşünmek gerek. Zira kaderin, talihin ya da şansın yardım etmemesi gibi gerekçeler hiçbir sorunu çözmeyen sudan bahanelerdir. Acilen bu konuda farkındalığımızı arttırmalı, gözümüzü görülmeyenlere dikmeleri, suskunları konuşmaları için yüreklendirmeliyiz. Bu nefret pandemisini yok edecek olan iktidarlar değil, bizleriz.