100'üncü yılda cepheden mektuplar

Kaçak marşla geldiğimiz yüzüncü yıl dönümüne sayılı gün kala bir kutlama coşkusundan çok bir burukluk var. Cumhuriyet tarihimizin gördüğü en büyük depremle başlayan bu yas dolu yıl, yüzüncü yıla yakışır bir kutlama ile bezenemedi.

Cumhuriyetin onuncu ve ellinci yılına coşkulu marşlarla, geleceğe umutla geldik. Zamanla Onuncu Yıl Marşı futbol tribünlerinden düğünlere kadar her yerde çalmaya başladı. Neye, nasıl sevineceğini bilmeyen, kutlama yapmaya yapmaya nasıl yapıldığını unuttuğumuz zamanların can simidi oldu.

Bana göre çok özel bir beste olan Ellinci Yıl Marşı’nı hatırlayanlarımız ise çok az. Hiçbirimizin hatırlamadığı, aradan geçen yirmi beş yıl boyunca hafızamıza yer etmeyi başaramayan Yetmiş Beşinci Yıl Marşı ise başlı başına muamma. Dönemin Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlığının ısrarları üzerine TRT tarafından açılan marş yarışması bir fiyaskoyla sonuçlanmış. Jüri üyelerinin seçmediği, dahası kimin seçtiği belli olmayan bir beste, bir oldu bitti ile Yetmiş Beşinci Yıl Marşı olarak ekranlardan yayınlanıvermiş.

Kaçak marşla geldiğimiz yüzüncü yıl dönümüne sayılı gün kala bir kutlama coşkusundan çok bir burukluk var. Cumhuriyet tarihimizin gördüğü en büyük depremle başlayan bu yas dolu yıl, yüzüncü yıla yakışır bir kutlama ile bezenemedi. Bu elbette pek çok açıdan geri dönüp üzerine düşünülecek bir dönem.

Özgürlüğümüzün garantisi cumhuriyetin tarihin gördüğü en büyük zaferlerin armağanı olduğuna nasıl dönüp bakılıyorsa bu günlere de bakılacak. Ben bugünden geriye bakmayı tercih ediyorum. Dünyanın yüzünü yeniden savaşa döndüğü günlerde bu zaferler uğruna bedel ödeyenleri anmak istiyorum. Bugün reklamlarla geçiştirilmesi içimize sinmeyen bu büyük yıldönümünün ardındaki insan hikayelerini birlikte hatırlayalım istiyorum. Ancak bunu tek taraflı olarak değil de iki taraflı olarak ele almayı tercih ettim. Zira savaşın ne denli kötü olduğunu her fırsatta hatırlamamız gereken günlerden geçiyoruz.

İzmir’in İşgali – Zaferden Hüsrana Bir Yunan Askerinin Mektupları

Büyük kısmı Kurtuluş Savaşı sırasında cepheden yazılan mektuplardan oluşan bu yazıya Dr. Esra Özsüer ‘Yunan Ordusunun Anadolu İşgalinde Cepheden Gönderilen Asker Mektupları’ adlı çalışmasından alıntılarla başlayalım. Özsüer’in bu çalışması bir Yunan askerinin ailesine yazdığı mektuplar üzerinden Kurtuluş Savaşı’nın panoramasını çizer nitelikte. Kazanılan zaferin ne denli büyük olduğunu olanca açıklığıyla ortaya koyan bu satırların sahibi Yunan Piyade Er Lefteris G. Paraskevaidis.

Mektuplar İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgal edildiği günlerin sevinci ile başlıyor. Paraskevaidis’in satırları Yunan birliklerinin İzmir’e inmesiyle birlikte yaşanılan sevinç ile başlıyor. 16 Eylül ve 3 Ağustos 1919 tarihli iki mektubunda bu sevinci şu sözlerle anlatmış:

"Burada çok iyi vakit geçiriyoruz. Şimdi Yukarı Bey köyüne ulaştık ve keyfimiz yerinde. Sürekli cam fıstığı, badem ve ceviz yiyoruz. Her gün bir sepet üzüm yiyoruz. Keşke size de bir çuval çam fıstığı gönderebilseydim. Fakat buna izin verilmiyor. Burada yağ ve bal bolca... Keyfim gayet yerinde. Bir sürü yiyecek ve meyve var. Bütün üzüm bağları ve bahçeler bizim. Bir bahçeye girip canımız ne isterse yiyoruz. Kimse bize sesini çıkarmıyor. Her gün fırında patatesli, domatesli, patlıcanlı et, domatesli yumurta ve ciğer tava yiyoruz. Şimdilik her şey yolunda ama sonra ne olur bilemiyorum. Fakat sanırım korkacak bir şey yok."

İzmir’in işgali Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçsüz olduğu günlerde gerçekleşir. Ne savaşacak ordu ve de doğru düzgün mühimmat vardır. Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başlattığı direnişin bir yıl sonra cephede nasıl bir farklılık yarattığı Paraskevaidis’in 12 Şubat 1921’de ailesine yazdığı mektupta görmek mümkün:

"Geçen sene çetecilerin sadece bir topu vardı. Onun da top mermisi kusurlu olduğundan patlamıyordu. Hatta biz onlarla dalgamızı geçiyor ve bize atılan top mermilerini elimizle yakalamaya çalışıyorduk. Türklerin top mermileri üzerimizden geçip etraftaki bir tepeciğe patlamadan düşüyordu. Sadece "paff" diye bir ses, bir de azıcık duman çıkarıyordu. Top mermisi üzerimizden geçip havada dönüp dururken biz de siperlerimizden çıkıp güya atılan top mermilerini yakalayacakmış gibi yapıyorduk. Bizi onların topçuları da görüyordu. Mermi yere "paff" diye her düştüğünde biz de "Aera!" diye bağırıyorduk. O zamanlar savaş bizim için adeta panayır yeriydi. Fakat bu yıl ilk kez İnönü’de Türklerin Skoda topları ve taramalı tüfekleri olduğunu gördük.’

Ne İngilizler ne de Yunanlar Türklerden böylesi bir direnişi beklemiyordu. Türk ordusunun hesaba katılmayan başarısı uzayan savaş cephedeki Yunan askerlerinde yorgunluk ve moral çöküntüsü yaratmaya başladığı Paraskevaidis’in 7 Ağustos 1921’de kız kardeşine Sakarya'dan yazdığı mektupta bu durum açıkça görülür:

"Bana geçmişe dair hiçbir şey yazma çünkü eskiyi hatırladığımda üzülüyorum. Şimdi hayatım çok değişti. İşim gücüm Türkleri kovalamak oldu. Şimdilerde Kemal'i yakalamakla meşgulüz. Kaç zamandır boğazımızdan doğru düzgün bir yemek geçmedi. Bulamaç, çörek, ekmek ve tarhana yiyoruz. Çörekler arpadan. Yavan olmasın diye de toza toprağa bulanmış halde."

Yunan ordusu için tek gaye Ankara’yı ve Mustafa Kemal’i ele geçirip savaşa son vermekti. Ancak Mustafa Kemal komutasındaki ordu her adımda bu planı bozuyor, beklenmedik bir güçle karşılık veriyordu. İzmir işgalinin tatlı günleri geride kalmış, askerler savaşı sorgulamaya başlamışlardı. Paraskevaidis’in Sakarya Meydan Muhaberesi sırasında babasına yazdığı 20 Ağustos 1921 tarihli mektup bu sorgu halini örnekliyor:

"Saygıdeğer babacığım, şu an Sakarya'da bulunuyorum. Düşman kararlıkla direniyor. Kayıplarımızın haddi hesabı yok. Tümenimiz neredeyse dağıldı. Bölüğümüzde yüz yetmiş kişiden sadece elli kişi kaldık. Tüm subaylar yaralandılar. Ne olacağımız belli değil. Hepimiz umutsuzluk içindeyiz. Tek hayalim ve arzum teskeremi alıp ordudan uzaklaşmak. Buradan gitmek, beni tedirginlik içinde bekleyen kardeşlerime ve aileme kavuşmak istiyorum. Orada özgürce, kendimin efendisi olarak yaşarım. Asker kendinin efendisi olamaz. O artık ulusun hizmetkarı, yabancı güçlerin maşasıdır."

Ardı ardına bozguna uğrayan Yunan ordusunun Ankara’yı kuşatmak yerine İzmir’e geri çekilmekten başka çaresi kalmaz. Kovalama bitmiş, kaçma zamanı gelmiştir. Geri dönüş yolunda geçtikleri her yeri yakıp yıkarak yağmalamaya başlar. Savaş yorgunu Paraskevaidis bu günlerde yazdığı satırlarında nadiren görülen bir açıklıkla Yunan askerinin Türk sivil halka uyguladığı vahşeti itiraf eder:

"Bizler artık eski biz değildik. Adeta hayvanlaştık. İnsanlığımızı kaybettik. Silahları yüklenip gece gündüz dağları, ovaları aşıyor hiç tanımadığımız, bizlere en ufak kötülüğü dokunmamış insanları öldürmek için kovalıyoruz."

Er Paraskevaidis’in satırlarında itiraf ettiği katliam, savaş zamanı müttefik devletlerin üstünü kapatmak için çabaladığı gerçeklerden biridir. Ne var ki savaşın vicdanlı tanıklarından Uluslararası Kızılhaç Örgütü (ICRC) tarafından insani yardım için Gemlik bölgesinde delege olarak görevlendiren İsviçreli Maurice Gehri’nin günlüğüne aldığı notlar ve sonrasında hazırladığı rapor Yunan ordusunun Türk sivil halka uyguladığı zulmü gözler önüne serer. Paraskevaidis’in satırlarına Gehri’nin günlüğü şahitlik eder.

GEHRİ’NİN VİCDANI

Maurice Gehri, ICRC tarafından 1921 yılında Gemlik – Yalova arasındaki bölgesindeki insani yardım faaliyetlerinin yürütülmesi ve mevcut Hıristiyan halkın güvenli biçimde tahliyesi amacıyla görevlendirilmiştir. Müttefiklerin, Yunan işgalcilerin yerel Müslüman nüfusa yönelik katliam ve zulmünü gizlemek üzerine kurulu siyasi misyonu ile yer yer çatışır. Ancak bölgede tanık oldukları Gehri’yi bu suça ortak olmaktan alı koyar. Elindeki sınırlı kaynaklara rağmen insani görevlerini örnek bir şekilde yerine getirir. Notlar alır, fotoğraflar çeker, günlük tutar.

Gehri’nin çektiği fotoğraflardan birinde çenesi parçalanmış bir Türk kızı vardır. Gemlik'te görüştüğü Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nden bir Türk doktor vasıtasıyla gördüğü bu olay Gehri’yi hayli etkiler. Zira doktor ona Yunan Kızılhaç’ının Müslüman mülteciler için yardımda bulunmadığı gibi insani yardıma ulaşmalarının engellendiğini söyler. Yunan birlikleri tarafından yağmalanan köye, el bombasıyla çenesi parçalanan bir kızın yanına götürür. Kızılhaç yetkililerinin çenesinin yarısı kopmuş olan kızın tedavi edilmek üzere Bursa’ya gitmesine izin vermediklerini, köylü kadınların parçalanan ağzı kendi imkanlarıyla diktiğini anlatır. Tıbbi malzemeye çok ihtiyaçları olduğunu ancak bunları almak için İstanbul’a gitmesine izin verilmediğini belirtir. Gehri kızın fotoğrafını çektikten sonra günlüğüne, Yunan ordusunun yaptığı zulmün metodolojik olduğunu belirterek şunları yazar:

"Gözümüzün önünde yanan köyler, onlarca ceset var. Her şey tehlikenin yakın ve korkunç olduğuna işaret ediyor. Mültecileri hemen kurtarmaya mecburuz."

ICRC'nin Osmanlı Kızılay Cemiyeti ile iyi ilişkilerinden yararlanan Gehri, mültecilerin İstanbul’a tahliyesi konusunda yardım isteyen bir mesaj gönderir. Artık konu bilgi toplamaktan çok, sivil halkı tahliye etmeye çabalamaktadır. Ancak İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği mültecilerin İstanbul’a getirilmesine izin vermez.

Gehri, Küçük Kumla köyünü ziyaret ettiğinde vahşete bir kez daha tanıklık eder. Heyeti görünce güvenli bir yere götürmeleri için yalvaran bin kadar mülteci ile karşılaşır. Evleri yağmalanıp yakılmış, kadınların kimi tecavüze uğramış ya da öldürülmüştür. Dehşete kapılan sivil halk korunma isteyerek heyeti takip etmeye başlar. İskele yakınındaki kumsala yerleşip geceyi yaktıkları ateşlerin etrafında oturarak geçirir. Gehri’nin emri ile açık denize demir atan Bryony gemisi, halka güven vermek için sahili ve çevredeki tepeleri projektörleriyle aydınlatır. Köylülerin anlattığına göre Yunan ordusu yağmalamak, yakmak ve hepsini öldürmek için gelmiştir. Heyete eşlik eden Yunan kurmay subay duyduklarına itiraz ederek, "gerçek her zaman çocukların ağzından çıkar" der ve bir kız çocuğunu göstererek sorgulanmasını istedi. Haklıdır. Gerçek her zaman çocukların ağzından çıkar. Küçük kız katliamı Yunan askerlerinin yaptığını söyler. Gehri’nin vicdanlı kalemi bu tanıklığı günlüğüne not ederek sonrasında raporuna taşıyacaktır.

TÜRK ORDUSUNDAN SUBAY MEKTUPLARI

Türk subay ve askerlerinin cepheden yazdıkları mektuplar 1999 yılında Millî Savunma Bakanlığı tarafından basılan Cepheden Mektuplar adlı kitapta bir araya getirilir. Bu mektupların çoğu derin bir vatan sevgisiyle yazılmış, vatanı kurtarma ve bu uğurda kendini feda etmek üzerine kurulmuştur. Gelin, birkaçını beraberce okuyarak cumhuriyet yolunda kendini feda etmekten çekinmeyen bu kahraman insanları analım.

Şükrü Paşa’nın Vasiyeti

‘Eğer düşman hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat savunma hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bunlarla birlikte gömeceksiniz. Nasılsa gelen nesiller üzerime bir abide dikeceklerdir.’

Edirne Komutanı Şükrü Paşa

Teğmen Mehmet Dursun’un Mektubu – Çanakkale 1915

‘… Düşman Çertik Tepesini oldukça şiddetli bir topçu ateşi altına almıştı. "Yere yat " emri verildi. O aralık tabur komutanı gelerek, süngü takip ilerideki avcı hattı ile birleştikten sonra hücum edeceğimizi söyledi. 1. Takım öne çıktı. Ben 2. Takım'la onu takip ediyordum. Her sıçrayışta birçok düşman maktulleri çiğneyerek cephemizde iki mevzi siper atladık. Nihayet son defa askerlere mevzi aldırdığım zaman cinsini tayin edemediğim bir topçu mermisi kolumun aşağı kısmına isabet ederek ağır surette beni yaraladı. Takım'ı çavuşuma teslim ettim. İki asil kalpli asker beni kolları arasında sargı mahalline götürdü. Soğanlı Dere'de kanın durdurulması için kolum sarıldıktan sonra hemen Kilitbahir Hastanesine gönderildim. Gözümü açtığım vakit kendimi yatakta kolsuz olarak buldum. Yüce Türk Milletim ve mukaddes vatanım için feda olan koluma acımıyorum.’

15. Tümen 45. Alay 2. Tabur 8. Bölük Teğmen Mehmet Dursun

Kadir Oğlu Mehmet Çavuş’un Hastaneden Cephedeki Komutanına Yazdığı Mektup

Muhterem Komutanım,

‘Sağ kolumu kaybettim, zarar yok sol kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni üzen şey; yaramın kapanmamasından dolayı kıtama katılamamam ve düşmanla çarpışamamamdır. Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için, beni mazur görünüz; affediniz, muhterem komutanım.’

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın çeşitli aşamalarında Türk Ordusu ve Türk Milleti’ne seslendiği mesajlar yayınlar. Orduya son mesajını cumhuriyetin on beşinci yıldönümünde verir. Yazımı bu mesajla bitiriyorum. Emanetimiz çok büyük. Cumhuriyetimizin 100. yılının coşkusu hepimizi sarsın.

ATATÜRK'ÜN TÜRK ORDUSUNA SON MESAJI

" Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu!

Memleketini, en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan; Cumhuriyet'in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtaları ile mücehhez olduğun hâlde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.

Bugün, Cumhuriyet'in on beşinci yılını mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden Büyük Türk Milleti'nin huzurunda kahraman ordu, sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken büyük ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum.

Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna, benim ve büyük ulusumuzun tam bir inanç ve itimadımız vardır. Büyük ulusumuzun orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlarla bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragat-ı nefs ve istihkar-ı hayat ile her türlü vazifeyi ifaya müheyya olduğunuza eminim. Bu kanaatle kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selâmlar ve takdirlerimi bütün ulus muvacehesinde beyan ederim.

Cumhuriyet Bayramı’nın on beşinci yıldönümü hakkınızda kutlu olsun…’

29 Ekim 1938 Mustafa Kemal ATATÜRK

https://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/22-1.pdf

https://blogs.icrc.org/cross-files/an-icrc-delegate-alone-at-the-heart-of-the-greco-turkish-war-1919-1923/