Adalet Üzerine...

Nilgün Dağ Adalet, bireysel ve toplumsal formasyonun temelidir. Bireylerin ve toplumların kendilerini inşa etmelerinde ve kimliklerini oluşturmalarında temel...

Nilgün Dağ

Adalet, bireysel ve toplumsal formasyonun temelidir. Bireylerin ve toplumların kendilerini inşa etmelerinde ve kimliklerini oluşturmalarında temel olan ana ilkedir. Aynı zamanda kurumların oluşumu ve işleyişinde de önemi haiz bir mefhûmdur. Adalet mefhumunun hangi bilimlerin havzasında üretildiği mühimdir. Çünkü adalet, hangi bilimlerin havzasında doğup büyüdüyse o bilimlerin tesir ve yaşantı alanı ile sınırlı kalır. Devletlerin ve toplumların adalet kataloglarındaki farklılığı, adaleti düşünme biçimlerindeki ve adalet pratiklerindeki başkalığı yaratan bu havzadır.

Adalet, sosyal ve politik bağlamda Batı toplumlarını daha fazla meşgul etmiştir. Machiavelli’den Hobbes’a, Locke’dan Rousseau’ya kadar birçok düşünür bu kavrama kafa yormuştur. İslâm dünyasında ise, hem insani etkinliklerde hem de âlemin işleyişinde kilit öneme sahiptir. Zengin bir tarihsel geçmişi vardır. Uzun yıllar felsefenin konu alanı içinde mütalaa edilmiş olsa da hukuk, sosyoloji, ekonomi, eğitim, ahlâk, teoloji, siyaset bilimi gibi birçok disiplinin uğraş alanı içinde varlık göstermiştir. Anlam ufkunun hayli geniş olması dolayısıyla adalet idesinin muhtevasına taallûk eden umumî bir tarif yapmak güçtür. Ancak adalete ilişkin emin ve sağlam bir fikriyat kurmak mükemmelen olmasa da mümkündür.

Tarihsel süreçte adaletin ne’liğini ve prensiplerini ortaya koyan birçok teşebbüs hasıl olmuştur. Bunlardan biri, mal ve karşılığının herkese eşit olarak verildiği adalet anlayışıdır. Yani genç-yaşlı, hasta-sağlıklı, zengin-yoksul, beyaz-zenci vb. olup olmadığına bakılmaksızın herkesin eşit muameleye tabi tutulduğu, hiçkimsenin üstün olmadığı bir adalet formundan bahsedilir. Bu formdaki bir adalet anlayışı ihtiyaçların, yeteneklerin, emeğin, üretilen değerin, hatta üretilenlerin değer skalasındaki yerinin homojen varsayımlar üzerinden dağıtımına gönderme yapar. Ki bu, cebirsel düzlemde orantılı bir eşitliği sağlama işidir ve ironik bir biçimde de birtakım adaletsiz sonuçlara gebe bir durumdur. İnsanları yetenekleri ve topluma katkıları oranında eşit muameleye tabi tutmak; yani, gelir durumunu gözetmeksizin herkesten aynı oranda vergi almak ya da herkesin yetenekleri farklıyken herkesten aynı şeyi istemek pek de adaletli bir durum gibi görünmemektedir. Çünkü adalet herkesin payını, yerini, işlevini koruyan ve böylece bütünün hiyerarşik uyumunu sağlayan bir şeydir. Herkesin eşit olması herkese adil olunduğu mânâsı taşımaz. Adalet, Hilmi Ziya Ülken’in de dediği gibi “her başa gücü yettiği kadar yük vermektir; kimseden, yapmasına imkân olmayan şeyi beklememektir. İçinde hürriyeti duymayana, zorla “hür olacaksın” dememektir. Fakat kişi olmuş ve iç hürriyetine ulaşmış olanın omzundan baskıyı kaldırmaktır.”.

Şüphesiz ki “eşitlik” adaletin özü, esası, gereği, istemi ve iki önemli unsurundan biridir. Matematiğe ilişkin bir kavramdır; sayılabilir ve ölçülebilir olan şeylerde aranan niceliksel bir şeydir. Yani herkese yaşına, boyuna, kilosuna bakmaksızın eşit miktarda ve aynı türden yemek vermektir, eşitlik. Adalet ise, herkese hak ettiğini dağıtmaktır; yani, insanlara emeklerinin ve eylemlerinin karşılığının verilmesinde veya kamu görevi dağıtımında ehliyet ve liyakatlerine göre davranmak, hakkaniyetli olmaktır. Bu yönüyle adalet, dengede olmak; ifrat [fazlalık] ve tefritten [eksiklik] uzak kalmak demektir. Terazi ile ilişkilendirilmesi de bu bakımdan boşuna değildir. İki kefe dengededir. Adalet, terazinin iki kefesine aynı oranda yük koymayı gerektiren bir şeydir. Dolayısıyla adaletin ikinci önemli unsuru “oran”dır. Oran ile her şeyi ve her ilişkiyi yerli yerine koymak kastedilir. Ki, bir nimeti lâyık olduğu yere koymak güçtür. Bu nedenledir ki adalete herkes ram olamaz.

Adaletin bu iki unsurunun [eşitlik ve oran] bir arada ve biri olmazsa diğeri olmaz şeklinde tatbik edilmesi uygundur. Aksi hâlde zulmedilmiş olur. Ki, “adalet sıfatı kaybolursa bundan ifrat ve tefrit şeklinde iki taraf doğmaz, sadece zıddı ve karşıtı doğar, ki o da cevrdir[1].” der Gazali. Çünkü adalet, nizamı ortaya çıkaran ve koruyan ana ilkedir. Adalet bozulursa nizam ortadan kalkar.

Kuçuradi Hoca, “adalet nedir” sorusundan önce ve onu cevaplandırabilmek için önce “adaletsizlik nedir?” sorusunu sormamızı gerekir, der. Ve adaletsizlik durumundan türetilen talepler ve ilkelerle adalet fikrini kavramlaştırmayı önerir. -İnsan’ı[2] bir kenara bırakarak söylemek gerekirse- Adaletsizliği üreten şey, ilkin eşitsizliktir. Bazı kimseler ya da gruplar, bir önceliğe ya da imtiyaza sahip olduğunda veyahut da güçlü olan haklı sayıldığında eşitlik durumu ortadan kalkar. İşleyişin ve nizamın bozulmasına ve bir adaletsizlik durumunun hasıl olmasına yol açar. Bu, ilk etapta hoşnutsuzlukları ve memnuniyetsizlikleri, sonra da protestoları, isyan ve ayaklanmaları doğurur. Epidemik bir salgına dönüşmesi ve kamusal bir karakter kazanarak kalıcılaşması durumunda ise toplumsal çöküşü başlatır. Ki bu bağlamda adaletsizlik, biraz da nizam’ın yokluğundan kaynaklı bir durum olarak karşımıza çıkar. Nizam, hem adalete imkân tanıyan zemindir hem de adaleti inşa eden kuvvettir.

Adalet, ahlâk ve nizam üzere yol tutmuş insanlar olmak temennisiyle...

[1] Haksızlık, eza.
[2] Adaletsizliği üreten, yaygınlaştıran ve yerleştiren insandır!