Karamsar mıyız? Gerçekçi mi?

Enflasyonun artmasını, doların fırlamasını, ihracatın düşmesini görmezden gelen ekonomik bir yapı ve her daim bir taşla iki kuş vuran, çatışmacı, ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve kitlesel nefret dilini özendiren bir anlayış var.

İnsan bazen kendisiyle hesaplaşır, kişisel tarihiyle yüzleşir, yaşamını sorgular, neleri ihmal ediyorum, nelere imkân tanıyorum, neleri düşünüyor, nelere üzülüyor diye kendi kendine sorar ya! Hayata tutunabilme, direnç kazanabilme, zamanını ve enerjisini iyi yönetebilme adına fikri temellerinden etkilendiklerini, fikri mülkiyeti kendine ait olanları hatırlar ve hatırlatır ya! Bu doğal mıdır ya da olağan mıdır? Bu aşamada bu soruya verecek yanıtım ne yazık ki yok. Bildiğim o ki ülkemiz öyle bir dönemden geçiyor ki kişisel sorgulamaların yerini toplumsal kaygılar aldığından; istesek de, istemesek de kendini dayatan konularla meşgul oluyor, ağız arayan, zemin yoklayan çıkışlara zaman ayırıyor, anlam yüklüyoruz…

Sıralamaya kalkarsak! Gündemde neler mi var? Ya da ne yok ki?

Gündemimizde hem küresel hem yerel konular var, bizi zorlayan nesnel veriler var, eğitim, sağlık, beslenme, barınma sorunları var. Büyütülen ve arka çıkılan nefret ve linç kültürü var, desteklenen kamplaşma, ötekileştirme, eğriye doğru, doğruya eğri diyenler var. Olup biteni kınayanlar, alkışlayanlar var, bana neciler, alışalım diyenler, alışamam diyenler, başına gelenleri görmeyenler, bir adım ötesini, hesap edemeyen, daha doğrusu önemsemeyenler var. Öfke eşiklerini kontrol edemeyen, ortamı daha da gerginleştiren, kendisine yabancı olan her şeye saldıranlar ve esas önemlisi bizi kıskanan batı ve yedi düvel var!

Krizin en çok vurduğu kesimler var, birbirini besleyen şiddetin insanları hayattan kopardığı bir yaşam gerçeğimiz var, can acıtan, bıçak gibi saplanan sorular, önce anlamadan, sonra anlamaya çalışarak, daha sonra anlayarak, en sonunda da anladıklarını hazmetmeye çalışarak boşa geçirilen günler var. Bu arada körleşmiş ve körleştirilmiş görüşe pabuç bırakmayan, kendisiyle ve doğru bildikleriyle hesaplaşanlar var.

Beynindeki, bilincindeki, yüreğindeki kara -kapkara bulutları dağıtmak isteyen, öfkesinden ne yaptığını bilemememin sıkıntısıyla hıncını kendinden çıkaranlar var. Her şeyi kontrol altına almaya çalışırken hiçbiri şeyi kontrol edemeyenler var, yapılan ve yaşanan her şeyi dış güçlerin oyununa, yıldızlaşmamızın yarattığı kıskançlığa bağlama kolaycılığı var.

Her şeyin güllük gülistanlık olduğuna, ortalığın sütliman olduğuna, sabah akşam bal kaymakla beslendiğimize inanan bir kesim var. Ve her daim huzurumuzu bozmak isteyen, ülkemizin kalkınmasını, büyümesini güçlenmesini istemeyen ve yeni Türkiye’yi çekemeyenlerin bitip tükenmeyen tezgâhları var!

Enflasyonun artmasını, doların fırlamasını, ihracatın düşmesini görmezden gelen ekonomik bir yapı ve her daim bir taşla iki kuş vuran, çatışmacı, ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve kitlesel nefret dilini özendiren bir anlayış var.

Hal böyle iken ne yapıyoruz?

Sık sık 6 Şubat’ta 11 ilde yaşanan büyük deprem felaketini düşünüyor, enkazın altında kalanın sadece binalar olmadığını hatırlıyor, hayatını, hayallerini, umutlarını, geçmişini, tarihini, kültürel mirasını yitirenlerin yüzlerine yansıyan yıkımın izlerini görüyoruz. Sıklıkla umutsuz bir gençliğin, yoksullaştırılmış bir halkın önüne taze umutlar ve ayağı yere basan projelerle çıkılamadığını, son yıllarda bilgisayar yazılımcısı 60 bin kişinin ülke dışına transfer olduğunu, binlerce doktorun çekip gittiğini görüyoruz…

Yine bu yıl üniversite sınavına giren 3.5 milyon öğrenciden ancak 1 milyon 100 bininin kaydolacağını, 2 milyonu geçen öğrencinin açıkta kalacağını duyunca ülkemizin eğitim sistemini, açılan bunca üniversite ve yüksek okula rağmen hiçbir şeyin değişmediğini, işsiz güçsüz, hayalsiz umutsuz, okulsuz eğitimsiz milyonlarca gencimizin ne yapacağını, nerede vakit geçireceğini, kazananın ve kaybedenin ne ve kimler olduğunu düşünüyoruz…

Söz eğitime getirmişken Aziz Sancar’la sürdürelim…

Diyor ki; “Bilim adaletin, özgür düşüncenin ve sorgulamanın olduğu ortamlarda yetişir. Bunu unutmamak ve çocuklarımızı, gençlerimizi bu ruhla, bu alışkanlıkla büyütecek ortamı sağlamamız gerek. Kız ve erkek çocuklarımıza aynı eğitim fırsatını vermemiz gerek. Bunu çözemezsek toplumumuzun yarısını oluşturan kadınların sorunlarını aşamazsak, bunu hayata geçirip gerçekleştiren ülkelerle yarışamayız.” Yönetim erbabına yön göstermek, örnek vermek haddimiz değil elbette! Ama hatırlatmak boynumuzun borcu olduğundan Aziz hocanın bu hitabi ve kitabi sözleri dikkate alınır mı diye sormak istedik? Tabi ki alınmayacağını bile bile…

Keşke yöneticiler; sıfatlarından unvanlarından, kartvizitlerinden önce iddialarını, iradelerini, inançlarını ve yaşamsal konulardaki inatlarını ortaya koyabilseler. O zaman cefakâr, vefakâr, fedakâr yurttaş, hayalsiz gençler, umutsuz işsizler, geçim sıkıntısı çekenler daha rahat, daha mutlu, daha huzurlu bir ortama kavuşurlardı değil mi?

Mesela MEB eğitimdeki büyük çöküşü, YKS’DE doğru yanıt oranının ve ortalamanın büyük ölçüde düştüğünü, 100 bin öğrencinin sıfır çektiğini görerek; laik, bilimsel, karma eğitimden vaz geçmek için zemin yoklamak, ağız aramak, beklettiği adımları atmak yerine sorunları çözmek için uğraşsaydı ortam daha farklı olurdu değil mi?

Ya da CB körfez turundan döndükten sonra yaptığı açıklamada; “50 milyar dolar Türkiye ekonomisine güvenin göstergesidir! Neyi satıp satmayacağımızı biliriz. Satacağımız bazı assetler var” derken; Keşke halkımız da ülkemizin ekonomisine güvenerek, satılacak yeni assetlerin ne olduğunu bilerek, ya da taşıma dolarla ülkede yaşanan ekonomik yangının söndürülebileceğine inanarak(!) yaşasaydı değil mi?

Hatırlatma notu: Büyük bir savrulma, bocalama yaşayan muhalefet zoom’lu toplantılar, koltuk kavgası, dipsiz kuyuda cebelleşmek, yanlışlıklar manzumesiyle zaman yitirmek, yılgın, bezgin, kırgın ve kızgın seçmenden kopma yerine, güvenilirlik, inandırıcılık bunalımı yaşatmak yerine zamlardan boğulan halkın derdine derman olsaydı. Evinde tenceresi boş olan anneye, okula giden çocuğuna harçlık veremeyen babaya, tarlada ekini çürüyen çiftçiye, mazot alamayan üreticiye, 2 ayda yüzde 82 zamlanan benzin nedeniyle artan ulaşıma çareler üretebilseydi. Yıkım politikaları, yeşil alan talanı, doğa katliamın sonucu oluşan sessiz çığlıklara, tomalı, biber gazlı eylemlere, bastonuyla direnen 94 yaşındaki Gülsüm Nine’nin; “Yıkılan her ağaçla ayağım, kolum kesildi!” sözlerine rağmen, 8 günde kesilen ve vahşice yok edilen 78 bin dönümlük ormana dur diyebilseydi. Ya da torpili olmadığı için iş bulamayan gençlere, açlık sınırının 14 bin TL’ye, yoksulluk sınırının 44 bin TL’ye dayandığı ülkemizde emekçilere umut olabilseydi. Yine Türkiye’de kilometre kareye düşen kişi sayısı 105 iken, İstanbul’da bu sayının 3 bine dayandığını görebilseydi değil mi? (Oysa her şey çok net görülüyor, görüyoruz)

Daha da önemlisi hiç sözünü etmediği, edemediği “Cumhuriyetin kuruluş değerlerini” anlayabilse, anlatabilseydi. O değerlerin başında “laiklik” geldiğini! O değerlerin önünde “Dil Devrimi” ve “Tarih Bilinci” olduğunu! O değerlerin içinde “Halkevleri” ve “Köy Enstitüleri” olduğunu! O değerlerin içinde “Opera, Klasik çok sesli müzik, tiyatro, bale” olduğunu! O değerlerin özünde “uygarlık” olduğunu! O değerlerin başında “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünün geldiğini okuyup anlayabilseydi.

Soru notu: Acep diyorum olup bitenler Tarkan’ın; “Duyun artık, doyun artık!” sözlerine büyük ölçüde kulak vermediğimiz için artıyor olabilir mi?

Sonuç olarak ne acı ve ne yazık ki! Hatırladıklarımızı sık sık hatırlatsak da değişen hiç bir şey yok! Zaman hızla akıp geçiyor, eli kalem tutanlar, sorumluluk duyanlar, ağzı laf yapanlar eli kolu bağlı, üzülerek ve ibretle olup biteni izliyor. O kadar…