Bazı kayıpları ölçecek kantar yok…

O zaman yaşama tutunabilmek, mücadele gücünü sürdürmek, katkıda bulunanlara teşekkür etmek daha kolay olurdu değil mi?

Evet! Ne biz aynı kaldık, ne de doğup büyüdüğümüz memleketimiz ve ülkemiz! Geçmişin değil, geleceğin yasını tutar olduk adeta. Daha sık anılara, sığınıyor, daha çok hayallere sarılıyor, daha sık maziyle dertleşiyoruz…

Sık sık kendimize başımızın dik alnımızın açık olduğu günlerden, yüreğinde seferberlik ruhu taşıyan gençlerden geriye ne kaldı diye soruyoruz? Geçmişi derin ahlar çekerek anmaktan, küçük mutlulukların tükenmeyen coşkusuyla geçen çocukluk yıllarımıza dönmekten, her ölüm haberiyle azalan dostlarımıza hayıflanmaktan, birbiri ardına göçüp giden değerlerle çoğalan yalnızlığımıza üzülmekten, ülkemizin geleceğine duyduğumuz kaygının altını çizmekten başka…

Doğrudur ve doğaldır. Zaman aktıkça herkesin bir gideni vardır, özlemi tarifsiz ve tanımsız olan, yası bi türlü geçmeyen, boşluğu dolmayan, içinden bir türlü uğurlayamadığı! Bu bazen annedir, bazen babadır, bazen abidir abladır, yakın dosttur, akrabadır bazen de kopup geldiği ama kopamadığı kentidir…

Ne diyor Can Yücel; “Farzet hiç ayrılmadık. Gözümde tütüyor, gözümü tütsülüyorsun hala, hep birlikteyiz sanki/ Sen ben ve Dünya…”

Canların sıkkın, ortamın toz duman, gaddarlığın ve acımasızlığın tavan yaptığı, vefanın tedavülden kalktığı, hüznün yorgun kalpleri daha da yorduğu, insanların en çok da kendine sığınmak yerine kendinden kaçtığı bugünlerde nefes açan, ilaç gibi gelen, göz yaşartan buluşmaları, konuşmaları, kendimize mutluluk anları armağan etmeyi ne çok özler olduk…

Hal böyle iken temel soru şu?

Hamasetle dolu fikir platformu oluşturanlar, toplumu dar kalıplara sokmaya çalışanlar, ne der, ne düşünür bilinmez. Bilinen o ki günümüze ve geleceğimize ilişkin kaygılarımız çok ve derin! Bir yanda sitem, kaygı, kızgınlık, öfke! Diğer yanda inat, sabır, sebat! Bir yanda umut, hayal ve beklenti! Her yanda mahcup, muhtaç, mecbur çoğunluk! Hal böyle iken ne olacak bu memleketin hali diye daha çok sorar olduk…

Bu yazının konusu olmasa da insan düşünmeden edemiyor. Olup bitenler normal mi, kaçınılmaz mı gerçekten yorum ya da tahminde bulunmak çok zor. İdeolojik bagajı dolu olanlar, her daim elini taşın altına cömertçe koyanlar, ya da ülke yönetiminde yer alan ya da alma planı yapanlar! Önce içine sonra odasına kapanan, sonrada toplumdan ve ülkeden kaçanlar için ne düşünüyor, neler planlıyor bilmek isterdim.

Sesimizi birilerinin duymasını, sözlerimizin bazıları tarafından dinlenilmesini, ağzımızdan çıkanların kayda değer bulunmasını, özellikle kadınların sürekli yetersiz bulunmasından vazgeçilmesini, yerli görünse de küresel sorunların dikkate alınmasını çok isterdim Bu dönüşlerin bizim kendimizi iyi hissetmemize yarayacağının bilinciyle…

Sadede geliyor ve özetle diyorum ki! Yazdıklarımla içinizi daralttım biliyorum. Ama teşbihte hata olmaz! Çünkü her alanda sorun büyüktür ve giderek büyümektedir. Dolayısıyla insan üzülünce, öfkelenince, duygulanınca, kızınca, şaşırınca, hüzne ve kedere boğulunca ortaya bu tür yazılar daha sık çıkmaktadır. Ve bilinmelidir ki hissettiklerimiz öfkemizin çok üstündedir. O nedenle keşke siyasi sorumluluklarla, vicdani sorumluluklar bazı ülkelerde daha sık bir araya gelseydi, karar mekanizmalarında oturanlar, oturmayı düşleyenler daha sağlam adımlar atıp, daha akıllı ve akılcı politikalar geliştirseydi!

O zaman yaşama tutunabilmek, mücadele gücünü sürdürmek, katkıda bulunanlara teşekkür etmek daha kolay olurdu değil mi?