Bir Ulusal Güvenlik Analizi: 'İdlip Nereye? Önce Ateşkes!'

Astana (2017) ve Soçi (2018) mutabakatları ile ülke olarak somut bir askeri caydırıcılık gücü (kaba güç) şeklinde fiilen yer aldığımız “Barış tesisine katkıda...

Astana (2017) ve Soçi (2018) mutabakatları ile ülke olarak somut bir askeri caydırıcılık gücü (kaba güç) şeklinde fiilen yer aldığımız “Barış tesisine katkıda bulunma süreci” birkaç haftadır tümüyle şekil değiştirdi. Bu konu, ilk önce 3 Şubat 2020 günü bölgeye gelen askeri konvoyumuza açılan beklenmedik havadan taarruz sonucu verdiğimiz sekiz şehit ve bir o kadar da yaralı ile o andan itibaren epeyce farklılaştı. Şanlı Ordumuz, evet İdlip’te o tarihten itibaren daha açık bir şekilde hem İran/Hizbullah destekli Suriye Rejim hem de Rus ordusuyla ile havada-karada karşı karşıya kalmaya başladı.

Topçu ateşi sonucu verilenler, sonra birkaç gün arayla meydana gelen zayiat ve en son 27 Şubat günkü ve sonrasında doğruysa bugünküler de dahil aralıklarla verilenler eklenince basına aksettiği kadarıyla şubat ayı başından beri verilen şehit sayısı 60’a yaklaşıyor. Önce adını koyalım; artık sıcak çatışmaların ve belki de ciddi bir savaşın ister istemez ya eşiğinde ya da içindeyiz. Devletin en üst kademesi de bazı beyanlarıyla adeta bunu kabullenmiş görünüyor.

Aslında gün boyu her an o kadar çok değişken ortaya çıkıyor ki bugün yazdığımız taslak yazı yayına gönderemeden yarın çöp oluyor. Bunun nedenini sorarsanız hemen söyleyelim; öngörülemeyen bir istikamette İdlip’de “Savrulmak”. Acil tedbir alınması gerekiyor… Bununla beraber öncelikle daha ilk baştan şunu kabul etmemiz gerekiyor; “Bu analiz sadece internet ve medya ortamlarındaki açık kaynaklardaki teyit edilmemiş bilgilere dayanmaktadır. Dolayısıyla analizin önemli bir kesimi geçerli olmayabilir, okurken bunu aklınızda tutmanızı öneririz. Ama en azından bir beyin jimnastiği gibi de düşünülebilir…”

16 gün önceki köşe yazımızda (Bkz: 16 Şubat 2020, İdlip Çikmazı ve Milli Farkindalık) içine düştüğümüz o “İdlip girdabını” bir yüzbaşının gözünden canlandırmaya çalışarak ortamı bilmeyenlere biraz olsun yaşatalım, istemiştik. Sonunda da “Evet, silahlar ya aniden patlar da Ortadoğu denkleminde işler bir anda tümüyle kontrolden çıkarsa peki ne olur? İşte bizce asıl soru da budur…” demiştik… Endişeyle hava sahasını kullanamadığımıza da dikkat çekmiştik… Korktuğumuz ne yazık ki oldu; artarda şehitler, yaralılar…

Bu şehit sayısının en azından iki katı kadar yaralımızın olması da normal bir uzmanlık tahmini olup üzüntü verici durumdur… Sakın yaralı deyip geçmeyin; yaralı dediğinizde o askerimizde çok ciddi hatta hayatı boyunca izini taşıyabileceği “el ayak kopması, suratında ya da vücudunda ağır derecede yanık, kör-sağır olmak, mermi ve şarapnel darbeleriyle bir uzvun delinmesi, parçalanması, organ kaybı, şok nedeniyle hafıza kaybı, felç olma…” vs. gibi çok ciddi acı veren kalıcı sonuçlar akıllara gelmelidir.

Dolayısıyla her şeyden önce bizler sıcak evlerimizde oturup dururken oralarda vazife bilinci içinde her gün her saat endişe veya ateş cehennemi yaşayan “ordumuza, onun şerefli mensuplarına” öncelikle saygı duyalım, en ufak bile olsun zarar görmemeleri için dua edelim... Şehitlerimizin ise mekanları cennet olsun. Ama orada görevi başında kalanlar için durumu iyi anlayıp hızla somut tedbirleri de alalım, diyoruz…

Şu medyada mevcut son gelişmeler dikkate alındığında, hele İdlip’deki Soçi mutabakatı gereği oluşturduğumuz o 12 adet Gözlem Noktasının (GN) Rusya desteğinde ileri harekâtını sürdüren Suriye Rejim ordusunca artık “yarıdan fazlasının (çoğunun) Suriye Rejim Ordu birliklerince etraflarının kuşatılmış (ya da umarız boşaltılmış) olması” ve verilen zayiat bizce İdlip’i artık bu ülkenin en hayati gündem maddesi haline getirmiş olmalıdır.

Rus ordusunca desteklenen Suriye Rejim ordusu askerleri ve İran destekli Hizbu-silahlı militanlar tarafından etrafı çevrilen ve emirle geride bırakılan bu Gözlem Noktalarımızın (eğer hala varsa) kaç adedinin geride kaldığı ve bunlarda kaç Mehmetçiğimizin bulunduğu kuşkusuz haklı olarak insanımızda endişe konusu olur. Çünkü bunların can emniyeti İran ve Rusya destekli Esad Rejim ordusunun ve veya bölgedeki asıl aktör Rusya’nın garantörlüğü (insaf ve sorumluluğu) altındadır. Anlaşılıyor ki bölgede bulunan sadece Suriye Rejim ordusuna karşı havadan karadan ateşle hücum edilerek intikam almaya devam edilirken, artık oradaki her türlü faaliyetlerimizde bu Gözlem Noktaları konusu önemli bir faktör haline gelmiş olmalıdır. Çok hassas bir askeri güvenlik durumu oluşmuştur.

Eğer varsa geride bırakılmış bu üs bölgelerinde orada adeta hapsedilen, ama vatan sevgisiyle kanı kaynayan bu memleket evlatlarının, ani ve kurnaz bir tahrike dayanamayıp her an buna tepki göstermesi, çok sert cevap vermesi olasılığı ve böylece şiddetli ateş muharebesi başlatılması da o kadar küçük bir ihtimal değildir. İnşallah bu Gözlem Noktaları boşaltılmış durumdadırlar. Ama eğer boşaltılmayanlar varsa bilenler bilirler; siz sabit bir üs bölgesindeyseniz ve de sizle çatışmak istenmiyorsa sağınızdan solunuzda geçilip gidilir. Az kuvvetle tespit edilirsiniz ve öylece oraya hapsedilirsiniz. Ya da herhangi bir emir yoksa soğukkanlılığı muhafaza edip sağından solundan geçilirken sonrasında orada kuşatılmamak için aklını kullanıp gerideki daha uygun hatlara zamanında geri çekilinir. Çünkü aklı başındaki her asker bilir ki oraları her ne olursa olsun başka bir ülke toprağıdır, Suriye’dir”. Eğer ille de Türkiye’nin en üst seviyeden verdiği ültimatomu doğrultusunda bu eski 12 adet Gözlem Noktasına geri gidilecekse (ki bu koşullarda çok zor görünmektedir) durum başka olur. Bu taktirde M4 ve M5 yollarının kontrolünün bize devrilmesi ve hava sahasının kontrolünün devir alınması şarttır. Ama her ne kadar sürpriz olur ve bu durum gerçekleşirse de bizce ne yazık ki kısa bir süreç içinde aynı sorunlar tekrar üstelik daha ağır bir tabloyla karşımıza çıkabilir. İç kamuoyuna prestijimizin günübirlik korunması anlamında mesaj verilmiş olur ama sonrası çok risk dolu bir sürece girebilir. İç politik çekişmeler kenara bırakılarak rasyonel kararların verilmesi ve artık hata yapılmaması çok önemlidir.

Sahaya bakarsak; Türkiye tarafından hiç değilse son iki-üç haftadır ısrarla önceden görülememesi ve de İdlip’deki gelişmelerin, onca kumpasa-komploya karşın güçlü kalmaya çalışan-çırpınan fedakâr ordusunu, siyaseten ön alınarak diplomatik anlamda istendiği şekilde inisiyatif bizde olarak tam yönlendirilememesi veya beklenmedik şekilde söz konusu inisiyatifin elden çıkması, bu konunun asıl sorumlusu olan liyakati ikinci plana ittiği söylenen Dışişleri Bakanlığı’nın, aslında o eski işlevsel, çevik, inisiyatifli, öngörülü, geleneksel ve kurumsal gücünde zayıflama olduğunu ve/ veya devre dışında kalmış olabileceğini de hissettirmektedir.

Ama tekrar vurgulayalım ki bu tuhaf süreç kesinlikle, çevresinde olup bitenleri aslında namlunun ucundan hızla gören-bizzat yaşayan İdlip kırsalındaki, ya da mevcut Gözlem Nokta’larındaki eli tetikte can ve kan vermeye devam eden bizce komutanları da dahil Mehmetçiklerin hatası değildir.

Hele içeride “gerekli açık kalpli uyarılar” yapıldıysa, konu belki daha ziyade siyasi süreçlere de bağlı kalmış olabilir. Bunu ve TBMM tartışmalarının içeriğini pek bilemiyoruz ve mevzuata göre doğrular ancak 10 sene sonra öğrenilebilecek…

Mesela en güneydeki bazı Gözlem Noktalarımız uzunca bir süredir, hatta bir ikisi neredeyse “altı aydır” zaten kuşatılmış bir durumdaydı. Karşılarında, mutabakat gereği şart gördüğümüz benzeri Rus Gözlem Noktaları ise “ne zaman buharlaştı” Türk kamuoyu bunu pek bilmiyor. Oysa Ruslar olmadan, bu vazifenin yani terör örgütlerin “ağır silahlardan arındırılması işleminin” tarafımızdan tek başına, oradaki tespih gibi İdlip sınırlarına dağıtılmış birbirinden kilometrelerce uzak sadece 12 adet gözlem noktalarımız vasıtasıyla, hele HTŞ gibi cihat yanlısı örgütlere yönelik başarılması, bize göre pratikte zaten uygulanamaz bir durumdaydı ve belliydi. Karşıdaki Rus Gözlem Noktaları olmayınca aslında orada üstlenilen Astana/Soçi görevleri de bizce anında geçersiz olmalıydı. Buna açıkça itiraz edilmeliydi, BM. de dahil uluslararası kamuoyu oluşturulmalıydı. Basit mantık bunu gerektirirdi… Oysa Türk medyası ile o ekranların değişmez “gladyatör güvenlik uzmanlarının birçoğu”, bu çok kritik konuyu yeterince önceden görmemiş-görememişlerdir. Şimdi iş işten geçtikten sonra, adeta “Bad-el harab-ül basra; Basra harap olduktan sonra ağlayarak?”, koro halinde “hava desteği yoktu vs.” şeklinde aynı şeyleri söylüyorlar. Özgür medya ise gerçekleri konuşmak-aydınlatmak konusunda, yine iyi bilinen birkaç istisnası hariç adeta süreçte kayıptı. Sürekli Suriye içlerinde, özellikle İdlip’de olmayı da hedef gösterdiler. Bizce bu çok iyi olmadı… Kuşkusuz bunda bilgiyi bilerek-bilmeyerek kendi insanından sakınan merkez medyanın bozulmasının da büyük payı vardır.

Bazen gerçekler acıdır ama işe yarayabilir; oradaki sorunlar bütün yönleriyle ve zamanında halka mal edilemediği için de özellikle de İdlip’de bir yıllık geçen süreye rağmen “geri besleme ya da demokratik eleştiri müessesesi” yine tam çalıştırılamamış görünmektedir. Yeterince doğru bilgiler ulaşmayan ekranlardaki o uzmanlarca dolayısıyla tam tartışılamamış, neredeyse Mehmetçiğin durumuna ses verilememiş ve aklı selim bir kamuoyu da oluşturulamamıştır.

Dolayısıyla ülkemizde asıl tabandan gelmesi gereken demokratik “İdlip-Suriye uyarıları” ne yazık ki zamanında ve pek de sağlıklı oluşturulamamıştır. Oysa gerçek demokrasilerde bunun emniyet supabı olduğu iyi bilinir. Esasında hükümetin çok uzun süredir izlediği, meclisin ve özellikle de muhalefetin uyarılarını, görüşlerini tümüyle dışarıda bıraktığı “şeffaf olmayan ulusal güvenlik siyaseti uygulamaları” işte ülkemizi tam da bu günlere taşımıştır, diyebiliriz (Bkz: 16 Ağustos 2019 Halkla Paylaşılan Şeffaf Ulusal Güvenlik Stratejileri).

İdlip’de nelerin olup bittiği, ancak acı haberler peş peşe gelmeye başlayınca o da son bir-iki haftadır kamuoyunun gerçek gündemine oturuvermiştir. İşin aslı ve özeti bizce budur…

Bütün bu açıklamalarımızın ışığında bize göre şu andan itibaren İdlip’de, yapılacak en ufak bir hata veya hatalar zinciri artık ülkece altından kalkılamayacak daha ciddi “Ulusal Güvenlik Sorunları” oluşturabilir. Yaşanan acılar daha da kötüsüyle tekrar edebilir. Her gün daha da arttığını gördüğümüz bu “kontrolsüz yüksek tansiyon” şu sıralar akılla aşağıya düşürülemezse eğer, bu askeri yoğunluğuyla orası artık sıcak bir savaş için patlamaya hazır barut fıçısı gibi güvensiz kalır. Dikkat edilmez ise Ortadoğu cehenneminde yeni bir “sıcak savaşı patlatma noktasına” kadar gelinmiştir de demek istiyoruz. Propaganda savaşları ise sosyal medya vasıtasıyla bütün hızıyla sürmektedir. Görüldüğü kadarıyla ÖSO veya HTŞ üzerinden İdlip’de kimyasal silah kullanıldığı şayiaları da kullanıma sürülebilir. Yalan bilgiler hele flaş ise çok hızla da dünyaya yayılabilir. Dikkatli olmakta yarar vardır…

Ancak Suriye ordusuna “Ağır zayiat verdirdiğimiz” şeklindeki şu son eylem ve söylemler, kamuoyunun içini şehitlerimiz açısından nispeten rahatlatsa bile işi giderek daha da karmaşık hale de getirebilir. Biz “toprak bütünlüğünden yana olduğumuz” Suriye Rejim ordu birliklerini perişan edip vurdukça, intikam için maazallah işler kontrolden çıkıp da ya etrafı sarılı Gözlem Noktalarımıza taarruz edilirse ne olur? Rusya’yı sonradan suçlasak neye yarar ki? Olan oldu zaten, üstelik henüz savaş halinde de değiliz. İşlerin gelecek nesillere “hiç bitmeyecek kin tohumları ekmeye doğru evrilmesine” de gerek olmadığı söylenebilir. Durma noktası bu aşamada önemlidir…

El Bab, Afrin ve Fırat’ın doğusu için bilinen kadarıyla siyasi hedef bellidir; “Suriye kuzeyinde bir PYD/ PKK kuşağı oluşması önlenecektir!”. Toplumun bunu çoğunlukla bildiğini var sayalım. İyi de İdlip’teki bir türlü tam açıklanmayan “siyasi hedefi” tam anlamıyla aylardır bilen var mıydı?

Ama biz kısaca bunu sorgulayıp hiç değilse mevcut doğru-yanlış verilerden tahmin edebiliriz; “Milyonu aşan mültecilerin kontrolü ile beraber Hatay dahil ülkemizin demografik yapısının değiştirilmesinin önüne geçilmesi, Türkiye’ye yayılmış yasadışı giren 4 milyon mültecinin İdlip’e de geri gönderilmesi, yaklaşık 30 bin mevcutlu ağır silahlı terör örgütü olan HTŞ gibi yasa dışı örgütlerin yok edilmesi veya silah bırakmaya zorlanması, güneyimizde PYD/PKK koridorunun oluşmaması, BM’in tanıdığı bizim tanımadığımız Esad’a prim verilmemesi ve mümkünse devrilmesi, ülke topraklarının biraz daha genişletilmesi, İdlip bölgesinde Türkiye yanlısı İhvancı bir dini devletin veya eyaletin kurulması…vb.). Bunlardan ilk ikisi hariç, bizce diğerleri gerçekçi değildir. Ama bu siyasi hedef tam ortaya konmadıkça da bilelim ki İdlip için ordu “muharebe için teşkilatlanmasını ve konuşlanmasını”, tam doğrulukla yapamaz, yapamazdı.

Mesela bu siyasi hedeflerden akla en makul olanı yani ilk ikisi (hududun önüne yığılmış mültecilerin önlenmesi, Türkiye’ye yayılmış 4 milyon mültecinin geri gönderilmesi) seçilmiş olsa, ordumuz kuşkusuz bunun üstesinden çok daha kolay ve barışçı bir yaklaşımla gelebilirdi. BM dahil tüm dünyanın da bir yıllık bir gayretle hem hayranlığını hem sempatisini hem de desteğini kazanabilirdik. Çok yakışırdı hani… Buna göre de TSK gerekli planlamasını, yığınağını yapar, teşkilatlanır ve orada gereken devlet kurumlarıyla koordineli olarak yeterince önceden ve belki de hududa yakın, mevcut gücüne orantılı olan yeterli büyüklükteki bir tampon bölgede tertiplenirdi.

Fakat burada sadece “siyasi hedef” eksikliğini değil; “planlamaya esas dış siyasi-stratejik varsayımlar da pek belli değildi” diye düşünebiliriz. Evet orduya, normal olarak planın dayandırılacağı bu varsayımı; diplomasiyi, ekonomik-sosyal yaptırımları vs. araç olarak kullanabilecek yetkisi olan “siyaset müessesi” verir-vermelidir- vermeliydi (mesela kim varsayılan dost kim tarafsız kim düşman vs.). Umarız bunu vermiştir…

Siyasi hedef, satratejik varsayımlar ve vazifeyi alan bir ordu/ kurmay subay ise askerî harekât planını hazırlarken işte normal olarak ilk önce bunları esas alır, sonra mevcut askeri gücünü ortaya koyar, düşmanı değerlendirir, kendi hareket tarzlarını tahlil eder, öncelik verir ve bu işi sonunda karara götürür. Sonra da bu kararı genişletip ast birliklere görevler haline dönüştürür ve harekât planı böylece epeyce önceden hazır olur. Bunu harp oyunlarında, plan tatbikatlarında dener, zamanı gelince tarihi üstüne koyup imzalayarak güncel harekât emri ile uygulamaya geçer… Karışık gelmesin, bu son derece evrensel bir askeri iş akışıdır. Kim gelse aynısı yapılır.

İdlip’de baştan itibaren bu akış işte nasıl oldu tabi ki bilemiyoruz. Ancak üzgünüz ki işlerin iyi gitmemesinden bir yerlerde hata olduğu sonucu çıkıyor. Mesela varsayım yanlışsa o plan çöker. Merak ediyorum, acaba hava sahası kontrolünü elinde bulunduran Rusya askeri gücü bu İdlip harekât planında nasıl varsayılmıştı. Acaba Rusya ordusunun tarafsız kalarak “Esad’ın Suriye Rejim ordusunun İdlip’e doğru ilerlemesini onaylamayacağı ve veya havadan-karadan bunları desteklemeyeceği mi” varsayılmıştı? Bu “siyasi varsayım” varsa eğer ne zaman neden çökmüştü ve buna karşı yeterince önceden bir alternatif plan hazırlığı yani B planı hazırlanmış mıydı? Vardıysa böyle bir plan neden zamanında uygulanamadı? Sorumlusu kim, neden?

Keşke dün yapılan, şu sonuçlarını ancak on yıl sonra öğrenebileceğimiz “TBMM İdlip-MSB. Müşterek oturumunun” hiç değilse bir bölümü halka açık yapılsaydı. Devletine son kuruşuna kadar vergisini ödeyen, babasını oğlunu kardeşini asker eden, vatanını canı kadar seven o “halktan” gizli olan ne olabilir ki acaba?

Yani devletin aklı aslında bütün bunları görmüş olmalı. Her tarafın vekalet savaşçılarıyla dolu olduğu ortamda bütün aktörlerin çıkar çatışmalarını bir masaya yatırmadan karar almak risklidir. Mesela son birkaç haftadır Esad ile iyice anlaştığı görülen mesela fırsat kollayan YPG/PKK terör örgütünün de Rusya destekli Suriye Rejim ordusunun da çok kuvvetli ihtimalle bilgisi dahilinde, örneğin İdlip kuzeyinde Tel Rıfat ve Şeyh Ağıl bölgesi istikametinde, Türkiye desteğindeki ÖSO birliklerine zaman zaman saldırılarda bulunması, mevcut risk ve gerilimleri iyice arttırmaktadır. Yani İdlip’te YPG’nin de Suriye Rejim ordusuyla birlikte, Türkiye karşıtı sıcak çatışmalara ucundan köşesinden dahil olmaya başlamış olması bizce mide bulandırıcı bir durumdur. Bu gelişme, özellikle de “İdlip sonrası” Afrin’de ve El Bab’da hatta Fırat’ın doğusunda, güney doğu kırsalımızda belki de Kuzey Irak’da bu bahar aylarından itibaren nelerle karşılaşılabileceğinin de bizce bir göstergesi olabilir. En seçkin askeri gücü İdlip’e yığdıysak eğer, peki diğer yerlerde, beklenen-beklenmedik komşularla ani gerginliklere-çatışmalara hazırlıklı mıyız? Her cephede aynı anda kuvvetli olmak mümkün müdür? Sizce abartılı mı oluyor bu yaklaşım? Ya zorlandığı görülen ekonomimiz, ordumuzun yetişmiş insan kaynağı Katar’dan Kabil’e, Somali’den Kosova’ya, Suriye’den Kıbrıs’a dünyanın dört bir tarafında bulunan ordumuz için sürdürebilir midir bu bütün cepheler? Bu özel koşullarda kuvvet tasarrufu, zaman, mekân, stratejik öngörü ve doğru yığınaklanma çok önem kazanmıştır.

Geleneksel Cumhuriyet ordusu yapısını ve geleneklerini terk edip aklı evvel bazı büyük askerlerin projesi olan her maksada uygun ufalmış bir “Profesyonel ordu” fikri her tarafta fazlaca birlik gerekince acaba ülkemiz için iyi mi olmuştur, kötü mü?

Seferberlik konusunda nam yaptığı söylenen İsrail ordusu da fırsattan istifade 24 Şubat tarihinde Şam’ı hem füzelerle hem de hava kuvvetleriyle vurmuştur. Hatta Türkiye ile iyice başı dertte olan Esad Suriye’sine ait hedefleri artık sürekli havadan dövmeye de başlamıştır. Esad iki cepheli bir savaş tehlikesiyle kaşı karşıyadır (Bismark’ın kâbusu…).

Türkiye’nin İdlip’de ilerlemekte olan Suriye Rejim ordu birliklerine 3 Mart itibarıyla başlatılan “Bahar Kalkanı” harekatı ile birlikte hem çok çok namlulu roket atarlarla hem de obüslerle hem de İHA’larıyla ateş açması; son iki hafta içinde iki Rejim helikopterinin ve de Rus yapımı iki SU-24 jetinin kısa aralıklarla İdlip kuzey doğusunda düşürülmesi hamlelerine; Suriye ve kendisini destekleyen Rus uçakları aralıklarla ikisi birlikte İdlip kuzey sınırı, doğusu ve güneyini sık sık bombalayarak cevap vermektedir. Yani şu son iki haftadır İdlip bölgesi aslında ateş cehennemine dönmüş durumdadır.

Rusya’nın son resmi basın açıklamasında yer alan düşürdüklerini iddia ettiği ANKA tipi-İnsansız hava aracımızın sosyal medyada gezen enkaz görüntüleri de cabasıdır. Hatta buna ilaveten birkaç İHA’mızın daha düşürüldüğü doğru-yanlış görüntüleri yaygın olarak sosyal medyada dolaştırılmaktadır. Oysa bunlar düşürülmüş olsalar bile kendilerine çok ağır hasar verdirdiği aşikardır. Ayrıca İran’a ait bir İHA’nın (Ababil-3 türü) İdlip 40 km. güney batısında Türk ordu birlikleri tarafından düşürüldüğünün görüntüleri de doğru-yanlış sosyal medyada dolaşmaktadır. Çok şehit verdikten sonra Türkiye’nin askeri tepkisi sertleştikçe, Esad Rejim ordusuyla birlikte hareket eden İran da desteklediği silahlı milisleri Hizbullah vasıtasıyla artık Türkiye ile karşı karşıya gelmeye başlamış, intibaı oluşmaktadır.

27 Şubat sabahı Rusya Savunma Bakanlığı, kendi özel kuvveti olan Sptsnaz’ın İHA’lar da dahil HTŞ gibi cihatçı unsurlara havadan verdirdiği çeşitli taarruzlarının ürkütücü görüntülerini resmen yayınlaması, tam da Türkiye’nin en üst düzeyden verdiği “Suriye Ordusu’nun Şubat ayı sonuna kadar 12 Gözlem noktasının gerilerine çekilmesi gerektiği, aksi taktirde Türk ordusunun gereğini yapacağı” şeklindeki adeta ültimatomunun ardından yapılmış olması, zaten anlayan için durumun ciddiyetinin bir başka göstergesiydi. Rusya kuşkusuz bu görüntüleri bilerek ve isteyerek, düşündüğü zamanlamaya uygun olarak yayınlamış olmalıydı.

Dolayısıyla Türk ordusu İHA’larıyla, ağır obüs ve ÇNRA’larıyla sadece İdlip’deki Suriye Rejim ordusu kuvvetlerinin üzerine değil, 27 Şubat akşamından itibaren Suriye’nin Hatay 40 km. güneyindeki bir hava üssü de dahil Hama bölgesine, Suriye derinliğindeki bazı kritik hedeflere 120 km. menzilli “Kasırga” modeli orta menzilli füzelerini de peş peşe yollamaya başlamıştır.

Diğer yandan da yöreye ülke içinden yeni getirilen takviyelerimizin konuşlandığı İdlip bölgesi ve yakın kırsalı artık 8-10 km. doğusundaki mevzilerin bulunduğu köyleri dahi bir haftadır Suriye ve Rus uçakları zaman zaman vurarak Türkiye’ye açık ve net mesaj vermeye devam etmektedir…

Son bir haftadır da Rusya destekli Suriye Rejim ordusu ve İran destekli Hizbullah silahlı militanları ile halen İdlip’in “30 kilometre güneyinden” ve de yine İdlip’in “8-10 km. doğusundan” olmak üzere “iki koldan ilerlemesini” sürdürmeye çabalamaktadır.

Esad’ın İdlip doğusudaki kolunun İdlip’e doğru ilerlemesi, iki günden beri Serakip kasabasının cihatçı HTŞ unsurlarınca karşı taarruzla ele geçirmelerini müteakip, önce durmuştu. Ancak 4 Mart itibarıyla M4 ve M5 yollarının kesiştiği bu kritik kasaba tekrar Hizbullah milisleriyle takviyeli Esad Rejim Ordu güçlerince ele geçirildiğine dair sosyal medyada iddialar bulunmaktadır. Rusya’ya ait askeri inzibat birliklerinin de doğruysa Serakip’e girdiği anlaşılmaktadır. Buna karşılık asıl taarruz olarak değerlendirilen güneydeki istikametten yine İdlip’e ya da sınırlarımıza doğru yapılan ilerleme ve süpürme harekâtı 29 Şubat’a kadar sürmüş ancak doğru-yanlış sosyal medya ve internet verilerine göre sonrasında HTŞ terör örgütü ve Türkiye destekli ÖSO unsurlarının karşı taarruzlarıyla epeyce yavaşlamış bulunmaktadır. Bunda Türkiye’nin İHA’ larının yüksek tahrip edici gücü rol oynamış ve Esad Rejim ordusu ve de onu destekleyen İran yanlısı Hizbullah milis unsurları da birkaç gündür ağır zayiat vermiş olduğu değerlendirilmektedir.

Suriye Rejim ordusu Rusya’nın da desteğiyle son bir hafta süresinde bu güney koldan ilerlemesi sonucu yaklaşık 20x25 km. karelik bir alanı ele geçirmiştir. Son üç gündür cihatçı unsurların karşı taarruzları nedeniyle bu arazinin bir kısmını yine kaybettikleri de anlaşılmaktadır. Yine de yer yer ilerlemeyi sürdürdükleri iddiaları mevcuttur.

Kısacası Esad emrindeki Rejim ordusuyla Rusya ve Hizbullah silahlı militanlarının desteğinde, bütün muhalifleri (başta HTŞ ve ÖSO) hatta Türk Ordusunu da birlikte İdlip çevresine daha dar bir cebe doğru ağır ağır da olsa ilerleyip sürmeye çabalamakta olduğu düşünülebilir.

Bölgedeki siviller ise, hele şu sıralar Suriye Rejim ordusunun umurunda bile değildir. Üstelik güney ve doğu istikametinde kazandığı hızı şu an oldukça kaybetmiş olsa da Suriye Rejim ordusu yerleşim yerlerinde yarattığı “sivillerin üzerine yapılan bombardıman dehşeti” faktörüyle birlikte, can pazarı şeklinde çoluk çocuk yüz binleri aşan ateş altındaki bölgelerden kaçmaya çalışan muhalif ailelerin ve de sivillerin, perişan halde Türk hudutlarına doğru her taraftan ilerlemesine, yığılmasına neden olduğu anlaşılmaktadır.

Bu arada geçtiğimiz 27 Şubat günü, Esad’ın Suriye Rejim ordusu, İdlip’deki 10 numaralı Gözlem Noktamızın da etrafından geçip burayı da kuşatmıştır. Orası boş muydu dolu muydu bunu bilemiyoruz… Sinsice oluşan, belki de oluşturulan bu giderek artan gergin durum, Suriye’de bir süredir bin bir güçlükle başlatılan ve ağır gitse de yaklaşık bir yıldır devam eden söz konusu Astana ve Soçi barış umudu süreçlerini sadece iki üç hafta içinde hele şu son hafta kuşkusuz perişan etmiştir. Bu çok nettir. Diğer yandan da zaman zaman PYD/ dolayısıyla PKK’ya silah desteği verse de “Fırat’ın doğusunda” ABD ve “Fırat’ın batısında” söz sahibi olan Rusya, artık İdlip’deki BM. nezdinde terör örgütü olarak listelenen içinde her türden aşırı dinci teröristin bulunduğu HTŞ (Heyet Tahrir ül Şam) cihatçı terör güçlerine bir süredir farklı farklı bakıyor olsalar da konu “YPG/PKK’ya gelince bölgedeki iki büyük aktörün aynı cephede oldukları” da açıkça görülmektedir. Bizce bölgeyle ilgili değerlendirme yapılırken bunların mutlaka akılda tutulması gerekmektedir.

Terör örgütü olan HTŞ ise son birkaç haftadır İdlip’in doğusundan ve güneyinden olmak üzere yukarıda söz konusu ettiğimiz iki ana istikametten ilerleyen Suriye Rejim ordusuna karşı İdlip sınırları içinde her tarafta ciddi anlamda saldırılarda bulunmaya çabaladığı görülmektedir. Rusya destekli Esad Rejim kuvvetlerine ve dolayısıyla İran destekli Hizbullah militanlarına karşı açık cephe almış durumdaki Türk Ordusu bölgede, ön yargılı Batı dünyası gözünde, Esad’ın ordusuna karşı her ne kadar “HTŞ ile hiç alakamız yok!” dense de desteklediği-eğittiği-donattığı ÖSO’ya (Suriye Milli Ordusu) ilaveten, ne yazık ki cihatçı HTŞ ile de sanki üçü birlikte “savaş veriyormuş” türü karalamalarla da sosyal medyada karşılaşılmaktadır. Bu durumun ülkemiz tarafından arzu edilmediği anlaşılmakta ve de sıkıntılı bir durum yarattığı da açıktır… Kötü gözlerin uluslararası platformlarda “kara propagandalarına” dikkat edilmesinde fayda vardır…

“At ve unut!” şeklinde çalışan ABD yapımı Javelin ya da Tow türü (ya da çok benzeri) sofistike tanksavar silahlarının da bölgede cihatçı silahlı milisler tarafından kullanıldığı da dikkati çekmektedir. Esad’ın Suriye Rejim ordu birlikleri Rusya desteğinde İdlip’in 35 km. “güneyindeki” yukarıda da bahsedilen istikamete hızı oldukça yavaşlasa da hedefinin Lazkiye’ye giden M4 otoyolu olduğu görülmektedir.

Kısaca özetlersek şu an itibarıyla İdlip’deki askeri-stratejik durum çok karışmıştır. Türkiye’nin 36 şehidine cevabı askerî açıdan Rusya ve İran milisleri destekli Esad’ın Rejim ordusuna karşı “çok ağır hasar” verdirmiş olmakla beraber Esad kuvvetleri M4 ve M5 yollarının çoğunun kontrolünü sosyal medya verilerine göre ele geçirmiş görünmektedir. Çok sayıda yerleşim yeri de Türkiye desteğindeki ÖSO ve fırsattan yararlanmaya çalıştığı anlaşılan terörist HTŞ unsurlarının silahlı direnmelerine rağmen Esad Rejim ordusu birliklerinin eline geçmiş olduğu değerlendirilmektedir.

Bu durumda muhtemelen en üst düzeyde yapılacak ilk Türkiye-Rusya toplantısında (5-6 Mart 2020) bir ateşkese gidilmesi muhtemel görünmektedir. Ama buna göre Türkiye ortaya çıkan bu yeni cepte Soçi mutabakatının bazı gereklerini yapmaya zorlanabilecektir. Buradan bu yeni bölge içindeki BM.’ce terörist örgüt olarak kabul edilen HTŞ unsurlarının ağır silahlarını toplaması ve veya bunları yok etmesi/ bir şekilde eritmesi istenebilir kanaatindeyiz.

Kısacası Türkiye’nin sırtına; oldukça dar bir alanda “İdlip’i merkeze alacak şekilde yeni bir cep oluşturması, buranın çevresinde yeni Gözlem Noktalarının tesisi (geridekilerin emniyetle bu yeni yerlere alınması dahil)” ve de böylece bütün cihatçı terör unsurlarıyla birlikte, söz konusu bir milyonu aşkın mültecinin, toplamda belki de 3-4 milyon insanın sıkıştığı bir bölgede bu perişan durumdaki insanların güvenliğinin sağlanması, kontrolü iaşesi idamesi gibi “çok ağır bir görev” kalabilecektir. Göreceğiz… Bu kargaşada içerideki illegal 4 milyon Suriyeli mültecinin durumunun gözden kaçırılmaması da gerekmektedir. Buna, toplumun bilerek-bilmeyerek alıştırılması orta vadede iyi olmayabilir…

Rusya; desteklediği Esad’ın Suriye Rejim ordu birlikleriyle birlikte, eskiye kıyasla çok farklı bir konum alarak özellikle son iki haftadır Türkiye’nin açık ve büyük destek verdiği, eğittiği, hatta maaş verdiği söylenen ÖSO birliklerini de havadan-yerden vurmuştur. Bunlar da kuvvetli ihtimalle bu bölgeye çekilecektir.

Rusya o son 36 şehitle sonuçlanan olay sonrası resmî açıklamasında özet olarak “O saldırıyı kendilerinin yapmadığını, ayrıca orada bulunan Türk birliklerinin yerlerinin kendilerine verilmediğini ve de sadece cihatçı terör unsurlarını bombalandığını” iddia etmiştir. Bu bir özür değildir. Üstelik MSB’lığınca Rusya’nın bu önemli iddiası yalanlanmıştır. Bunun görüntülerle veya sair şekilde ispat edilmesi ise ülkemiz için (ki hiç sanmıyoruz) en kötü senaryo olabilir.

Buraya kadar açıkladığımız genel durum çerçevesinde bizce öncelikle, Türkiye ve Suriye orduları arasında acilen bir “ateşkese” gidilmesinde “barışa doğru evrilsin” istediğimiz yolculukta, her iki komşu ülke için de büyük yararlar sağlayabilir. Zira Türkiye’nin birkaç gündür kamuoyuna yaptığı açıklamalara göre, Suriye Rejim ordu güçlerine karşı yeterince karşılığın verildiği, bunlara ağır araç-insan zayiatı verdirildiği resmen açıklanmış durumdadır. Neredeyse soluğu kesilen ancak doğruyu söylemek gerekir ki “askerî açıdan yeni bölgeleri, yerleşim yerlerini peş peşe ele geçirip adeta Türk sınırına dayanan” Esad’ın Rejim ordusunun da böylece tekrar toparlaması ve derlenmesi için zaman yaratılmış olacak, Rejim ordusunun yaraları da sarılmış olacaktır. Rusya böylelikle “bir taşla iki kuş vurmuş olacak” olup bizce bunun zaten farkındadır.

Ancak zaman her koşulda Türkiye’nin aleyhine işleyecektir. Çünkü İdlip’de sınır ötesinde bulunmak sıcak bir savaş olmasa dahi çok zor bir iştir, ayrıca bunun çok uzun sürelerce idamesi epeyce maliyetlidir. Esad’ın sonraları yine Rusya desteğinde bir fırsat yaratıp bir ilerleme daha yapabileceği veya anlaşıp İdlip’i (Türkiye izin verirse veya savaşarak) zaman sürecinde tümüyle tekrar ülkesine katması bizce sürpriz olmayacaktır. Çünkü bu çabasının meşruiyeti “ülkesinin toprak bütünlüğünü tekrar kazanmaktır”. Bu ise malum, Türkiye’nin de gerek mutabakat metinlerinden gerekse süregelen siyasi söylemlerinde ağızlardan düşürmediği bir mottodur.

Suriye’de askeri üsler açan, Suriye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal gaz vs. için münhasır ekonomik bölgesinin kullanım hakkının devralınması ile ilgili 2011 yılının sonunda ikili anlaşma imzalayan, bölgedeki hava sahasının tek ve mutlak hâkimi olan, havadan kuş uçurtmayan “hava sahası kontrolörlüğünü” elinde tutan Rusya, kabul etmeliyiz ki bölgeye artık tam anlamıyla yerleşmiş durumdadır ve de adeta güneyimizde fiziki sınır komşumuz olmuştur. Karşımızda; Esad’ın Rejim ordusuna tarafımızdan (ÖSO dahil) sıkılan her kurşunun, artık kendisine de sıkıldığını düşünen bir Rusya olduğu açıktır… İran’ın da pek farklı durumda olmadığı kanaati yaygındır.

Türkiye’nin dikkatinin şu durumda, “fırsat yakaladığını düşünen pragmatist terör örgütü YPG/ PKK ise hem ABD ve hem de Rusya için İdlip’teki “ortak müttefik” gibi şaşırtıcı bir şekilde siyaseten de ortaya çıkmaktadır. Bu iki büyük siyasi aktörün Türkiye’ye karşı, resmen ilan edilmemiş de olsa, bu örgütle birlikte hareket ettiklerine dair ciddi emareler bulunduğu açık kaynaklardan da görülmektedir. Bize göre Suriye denkleminde reel politik devrede olursa sadece ABD ve Rusya bu dengeyi daha kolay oluşturabilir. Ancak Türkiye’ye karşı Fırat’ın doğusunda başka, batısında başka siyaset gütmek suretiyle sürekli “ikili oynayan” ABD, gerçek müttefikliği nedense uzun bir süredir sürekli göz ardı etmektedir.

Diğer yandan Suriye’de ele geçirdiği inisiyatifi elden bırakmak istemeyen Rusya’nın 2018’de, en üst seviyede Türkiye ile görünürde iyi iletişim içinde bulunduğu ve Soçi’de anlaştığı aynı Türkiye’yi tam uyarmadan Suriye Rejim ordu birliklerine son aylarda böyle “hızla ilerleme fırsatı vermesi”, bunu üstelik havadan karadan desteklemesi, ilişkilerin geleceği açısından kötü olmuştur. Karşılıklı mutabakat metinleri imzalatılan Türkiye’ye bir anda “İdlip’de adeta davetsiz misafir muamelesi” yapılması işte tam da budur… Ama Rusya ve kısmen de İran dünyada ve orada, BM.’in resmen tanıdığı Esad Rejimi Suriye’sinin davetli misafirleri olarak meşru görülmektedir. Türkiye’nin elinde oraya barış götürmek için malum, bir BM. Güvenlik Konseyi kararı vs. de yoktur… Sizce çok zor bir durum değil mi bu? Gelecekte üstelik haksız yere savaş suçları, karalamaları vs. gibi maazallah durumlar da doğabilir. Dikkatli olmak gerekir.

Türkiye telaşla “Dengeyi sağlıyoruz!” diye yine “pinpon topu siyasetine” kapılıp gitmiş intibaı vermektedir. Siyasi açıdan bir başarısızlığın söz konusu olması “Türkiye’nin artık dayanılmaz hale gelen bölgedeki ağır yalnızlığından” besbellidir…

Esad’ın Rejim ordusunun, Suriye’de ülke bayrağını köy köy dikerek kendi topraklarını “işgalcilerden kurtarıyor” ruh halinde ve motivasyonunda hareket ediyor olması da tüm süreç içinde dikkati çekmiştir. Türkiye’den en üst düzeyde Suriye’ye verilen o “Şubat ayı sonuna kadar önceki yerlerinize dönün!” ültimatomuna uymadıkları da sırtlarını Rusya’ya dayamalarının doğal sonucudur. Ama ne olursa olsun yılbaşından beri kan dökerek ele geçirdikleri o bölge ve yerleşim yerlerinden kolay kolay bir daha geriye çekilmek istemeyecekleri de görülmektedir.

Merkel ve Macron’un şaşırıp kaldığı bizce ayrı bir inceleme konusu olan “Mültecileri Avrupa’ya salıverme!” operasyonundan sonra devre dışında kaldığı bir ortamda tek başına Rusya arabuluculuğunu hele onca olandan sonra (Mesela Türkiye’nin 36 şehidinin sorumluluğunu tümüyle Rusya’ya atfetmesi devam ederken) tarafsız bir şekilde yapabilir mi, bunu hep birlikte toplantı sonrasında zaten göreceğiz.

ABD’nin Suriye özel temsilcisi iki ABD büyükelçisiyle birlikte James Jeffrey’in iki gün önceki Hatay ziyaretiyle son “Türkiye’nin eksilen mühimmatının tamamlanması, artık ateşkesin sağlanması vs.” gibi söylemlerle desteğini arkasına alan ama aslında ne ABD’den ne NATO’dan ne de AB’den istediğini tam alamayan “yalnız Türkiye’nin” ise, hele barış için gittiği İdlip nedeniyle bölgedeki prestijinin giderek daha da fazla kaybetmemesi gerekmektedir. Rusya bunu iyi bilmektedir. Yani Türkiye’nin gururunu okşayacak ama Esad’ın şu ana kadar yapmış olduğu ilerlemesini de kabul edecek” orta yollu bir çözüm bulunması” bu ara süreçte çok da şaşırtıcı olmayacaktır…

Türkiye-Rusya en üst düzey liderler arasında yapılacak olan bu zirve, bize göre; ya makul bir “Ateşkes” ile bölgeye yeni bir barış umudu getirecek ya da başarısızlığı halinde tekrar “Dananın kuyruğunu” koparacaktır… “Dananın kuyruğunun kopmasının” bu koşullarda bir başka adı “Orta doğu bataklığına Türkiye olarak iyice batmaktır!”

Düşünsenize ABD-NATO ve Rusya, garibanların toprağı İdlip için bir anda karşı karşıya gelir mi sizce? Bizce asla gelmezler. Ama “Türkiye ve Suriye Rejim ordusu” bu tırmanmaya bakılırsa gelebilir. Bu duruma düşecek bu iki eski komşu hariç, dünyada ve Suriye’de yeni tür kanlı “vekalet savaşları” üzerinden güç ve çıkar mücadelelerini sürdürenler için, bir sıcak savaş patlasa da pek bir sorun yoktur aslında… Suriye ekonomisi zaten perişan bir haldedir. Ama Türkiye’nin ekonomisi eğer savaş patlarsa durumu çok daha zorlaşabilir diyoruz…

Ama bu iki eski dostun rüya gibi olsa da aslında reel politik gereği en azından 1998 Adana Mutabakatı ruhunu hatırlayıp eski günlere dönmeye çabalamalıdır, diyoruz. Bölgede çıkarı olan bir devlet ya çılgınlık yaparsa, mesela karşı tarafa aniden savaş ilan ederse ne olur? Hemen söyleyelim; en azından yoğun birlik kaydırmalarıyla beraber ister istemez bizim için önce bir “bölgesel seferberlik” ilanının sonrasında bir anda bütün askerlik çağındaki memleket evlatlarını oradaki birliklerde buluruz; uyarması bizden…Asla şakası da olmaz, savaş patlak verirse devletçe derhal gereği yapılır… İkinci Dünya Savaşı nasıl çıktı sanıyorsunuz? Ya da son çıkan bütün savaşlara bir bakın, hiç ihtimal verilmezken zayıf ülkeler bir anda savaşlara batıp her taraf tarumar olup kana bulanabiliyor…Atatürk’ün “Savaş zaruri olmadığı müddetçe cinayettir!” sözünü hatırlatalım. İnsanlar güzel güzel yaşarken patlayan ani bir savaşla birlikte her şeylerini kaybedip yerlerini yurtlarını terk edip perişan ve ölümlü acı dolu uzun göçlere başlıyorlar, görüyoruz çoluk çocuk başka ülkelerin insaflarına muhtaç oluyorlar…

İdlip’de siyasi ikbalin de artık önemi kalmamıştır. Hatanın neresinden dönülürse dönülsün kârdır. Aklı selim ve bilgelik şarttır. Kapsayıcı ve kavrayıcı toplumun her kesimince uzlaşılabilecek bir Suriye ve ötesi stratejik planına acilen ihtiyaç vardır. Ülkemizin bekası bizce Suriye’de akılla inşa edilecek bir “Barıştan geçmektedir”. Önce hemen bugünden itibaren bir ateşkes ilan edilmeli ve Soçi mutabakatı ruhunun bir kısmını taşıyan bugünkü Sputnik haberindeki gibi sınırı küçültülmüş “yeni bir İdlip tampon/ sorumluluk bölgesi” üzerinde anlaşmaya varılması gerekmektedir… Eğer bu durum oluşursa, keşke bu çok daha önceden düşünülmüş olsaydı, demeden de geçemeyeceğiz.

Oralarda sonraki aşama “kalıcı barışı” ise sizce bunca yaşanan acı olaydan sonra, acaba oldukça yorulduğu gözlenen mevcut iktidar mı yoksa yepyeni enerjik bir iktidar mı daha kolay başarabilir?

Bunu en iyi “zaman” gösterecektir…