Sonra, hani bana, hani bana demiş…

Uzun yıllar açık mutfak bir bistro işlettim. Olay Londra’da geçiyor.

“Gecenin karanlığı gözümü kamaştırdı.”[1]

Aklınızdan bir sayı tutun… Herhangi bir rakam olabilir… Tamam mı?... Eğer rakam 51 ise bu yazının devamını okumanıza gerek yok. Epeydir yüzde elli bire ulaşmak kimileri için bir nevi saplantı, kimileri için köprüden önceki son çıkış, kimileri için ise hayat memat meselesi olduğundan bu yazının daha da öte bir rahatsızlık vermesini istemem. Sonuçta “yaşandı bitti saygısızca”.

*********

Uzun yıllar açık mutfak bir bistro işlettim. Olay Londra’da geçiyor. Birbirine benzemeyen birçok farklı ülkeden şefle çalıştım. Kosovalı, İtalyan, Türk, Cezayirli, Hintli, Yeni Zelandalı, Mısırlı… Malzemelerin doğranmasından, tabağa yerleştirme sırasına kadar hepsinin kendine özgü bir tarzı vardı. Öte yandan, servise gönderdikleri tabaklar çoğunlukla aynıydı. Standart, bir müessesenin olmazsa olmazı haliyle. Lakin, hepsinin ortaklaştığı bir şey vardı: Bir yemeğe başlamadan önce gerekli tüm malzemeleri hazırlamak. Bana da sirayet etti bu alışkanlık. Bir konuyu dert edinip yazmaya kalkmadan önce yazıda geçecek malzemeleri önceden hazır etmeye başladım. Buyurun malzemeler…

Mebzul miktarda mükemmel kusur: Burada “Seni mükemmel yapan kusurlarındır” marka çakma bir duygusallık kullanmamak önemli. Peşinde olduğumuz, kullanıldıkça zenginleşen ve hayatımızın içine girdikçe bize doğru gibi gelen kusurlar. Yıllarca ve hatta yüzyıllarca sindirilmiş ve bir o kadar doğruluğu kanıksanmış birtakım kavramlar. Onlara kusur diyebilmek, karşı çıkabilmek, meydan okumak hem zordur hem de cesaret ister. Diyelim ki, matematik tamamen yanlış. Bugüne dek her algımızı ona bağlamış ve tüm düzenimizi ona göre kurmuşuz. Şimdi de insanlara matematiğin kusurlu olduğunu anlatmamız lazım. Matematik eğer kendi içinde tutarlı ve mükemmel bir mantık oluşturmuşsa (ki benim sınırlı bilgimle oluşturduğunu düşünüyorum) bunu kanıtlamak çok zor. Başta tüm mantaliteyi değiştirmek, tamamen alternatif bir yapı oluşturmak, bu yapıyı denettirmek ve hayata geçirmek gerekmekte. Oysa karşımızda matematiğin kusursuzluğuna inanan bir kitle, binlerce yıldır bu sistemi oluşturmuş bir anlayış ve hemen her şeyi onunla açıklamış bir bilim, sanat ve iş dünyası var. Peki tüm düşünce yapısını ona göre düzenlemiş insanlara matematiğin kusurlu olduğunu matematiği kullanmadan nasıl anlatabiliriz? Anlatamayız. Bu da onu mükemmel bir kusur yapar. Neyse ki konumuz matematik değil; konumuz galat-ı meşhur olmanın da ötesine geçen kusurlar.

Bir tutam ziyan edilmiş yaşam: Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk[2] adlı eserinde Türkiye’yi “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi" diye tanımlarken ölümü yaşamın karşısına koymuştu. Kanımca yaşamdan kastı hayatta kalmak, soluk alıp vermek değildi. Bir adım daha fazlasıydı yaşamak... Bu malzemeyi kolayca bulabiliriz. Dikkat edilmesi gereken husus, kullanacağımız malzemenin umudunu tamamen yitirmemiş, nispeten taze kalmış olması.

Vaatler, vaatler ve cümle sair modern mucizeler: Hokus Pokus! Sihirbazların, hokkabazların, gözbağcıların en çok kullandığı söz, Olmayan bir şeyi ortaya çıkarır, birini ikiye böler, havadan para yağdırırlar. Eskiden Hristiyanların Komünyon ayinlerinde, rahip elinde bir parça ekmek ve bir bardak şarap tutarmış. Ekmek İsa’nın bedenini, şarap ise kanını temsil edermiş. Cemaat sırayla bunları yiyip içerek İsa’yla birlik olurmuş. İşte, rahip eline ekmeği alıp havaya kaldırdığında “Hoc est Corpus!” dermiş. Yani, “Bu bedendir!”. Cahil çiftçiler Latince nereden bilsin? Bu laf zihinlerinde Hokus Pokus olarak kalmış.[3] Sonuçta, varılan nokta itibariyle tabir yerini bulmuş.

O dönemin sihirbazlarının yerini bugün politika esnafı aldı. Etkilenmeye teşne bir güruha mütemadiyen soyut kavram yatağında umutla soslandırılmış bilumum vaatler dayıyorlar. Karşılarındaki kitle ise yine bilinen o eski (keşke buraya kadim yazsaydım) halk…… değil artık. Ya da öyle mi?

Bu malzemeyi ister karıştırarak ister tek tek hazırlık aşamasında kullanabiliriz. Kullanım miktarını istenilen lezzete ulaşmak için değiştirebiliriz.

*******

Yemeğimize kendimize uygun bir isim verebiliriz. Bugüne değin genelde kullanılan ve en çok tutan isimler, demokrasi, parlamenter sistem, başkanlık sistemi, Türk tipi başkanlık sistemi, çoğulcu demokrasi, temsili demokrasi falan oldu. Fark edildiği üzere demokrasi ve sistem en popüler sözcükler. İsim bulma konusundaki yaratıcılıktaki bu kısırlık, ister istemez işleyişe de yansımakta ve hikayemizdeki karakterler (tabaktaki malzemeler) değişse de sonunda alınan lezzet aşağı yukarı aynı oluyor: Acı ve/veya midede bir yanma yaratan buruk bir tat.

Oysa niyetler ve umutlar adalet ve özgürlükle taçlandırılmış müreffeh bir yaşam. Ortaya çıkan ise mutfakta bulunan herkesin keyfince içine bir şeyler attığı bir bulamaç. (Adalet ve özgürlük kavramlarının birer pazarlama sloganından hallice olduğuna bir önceki yazımda değinmiştim. Merak edenler “Şemsi Paşa Pasajında Sesi Büzüşesiceler” adlı yazıya bakabilir.)

Demokrasi, sonuçta herkesin üzerine yakışanı giydiği bir sistem. Bizler en özenli olduğumuz zaman bile çekmecede en üstte duran ne varsa üzerimize geçiriyoruz. Buna sabah sersemliği de diyebiliriz, sarsaklık da cahillik de… Temel soru, o dandik giysinin o çekmece de ne aradığı. Bunun yanıtını ise sadece onu o çekmeceye koyan kendimiz verebiliriz. Avuntu adına “mağazada bulunanların içinde en düzgün olanı buydu” diyebiliriz. Giysilerimiz kaşındırmaya ve vücudumuzda kızarıklığa yol açmaya başladıktan sonra etiketine bakmayı akıl ederiz. Meğer göründüğü gibi değilmiş; pamuk zannettiğimiz %90 polyestermiş. Üstelik ilk yıkamada rengi soluklaşmaya ve yakası yamulmaya başlayınca anlarız ki, mağazadaki ışık sistemi, çalan müzik, satıcının hoş ve ikna edici sözleri, giysinin vitrindeki cansız ama ideal formdaki mankenin üstündeki duruşu falan hepsi bizim o dandik kıyafeti almamız içinmiş.

Tamam, her şeyi anlayabilir, her şeyi mazur görebiliriz ama en azından o mağazaya girmeden önce tabelasına baksaydık bari. Göreceğimiz isim büyük ihtimalle “Bilmemne Partisi” olacaktı…

Analojiyi sürdürmek mümkün ama iş iyice absürde kaçmadan kelamımı daha doğrusu sualimi doğrudan sorayım: “Sizce siyasi partiler olmasa ülkemiz ve (olduğu kadarıyla) demokrasimiz adına büyük bir kayıp olur mu?”

Vitrinlere bakıp hayallere dalmaktan ve hatta neyi umut edeceğimizi belirlemekten bıkmadınız mı hala? Bu ülkede polyester oranı daha makul, bol pamuklu, bizi soğuktan ve sıcaktan koruyacak, maliyeti daha makul, üzerimize daha yakışan ve gururla giyebileceğimiz ürün hiç mi yok? Bu ürünlerin mağazalarda yer almamasının sebebi, o dükkânı işletenlerin bu ürünleri sergilerlerse diğer dandikleri kakalayamayacaklarını düşünmeleri olamaz mı?

Açıkçası, aklımda bu sorular varken ve etiketleri incelemekten gözlük numaram her geçen gün artarken bu süregiden oyundan soğudum artık. Parti(ler)den sıkıldığım için nefes almak için balkona çıkan biri haline geldim. Belki bazılarınızla orada buluşuruz…


[1] Döl Vesikası, Burak Uluer. (Böyle bir kitap yazılmadı, yayınlanmadı. Eğer bir yerde satıldığını görürseniz haber verin, telif isteyeyim.)
[2] Yapı Kredi Yayınları, 1983
[3] Bilgi kaynağı: 21. Yüzyıl için 21 Ders, Yuval Noah Harari, 2018, Kolektif Kitap.