Şemsi Paşa Pasajı'nda sesi büzüşesiceler

Nihayetinde, eğer demokrasi murat ediliyorsa özgürlükten taviz vermek farz; hukuk istiyorsak adalet anlayışımızı ve adaletten beklentimizi yeniden yapılandırmamız vacip.

Bazı şeylerin sadece yazıda -zihinde- kalması daha hayırlıdır. Seslendirildiğinde türlü türlü aksaklık çıkabilir. Telaffuzu zor şeylerden bahsetmiyorum bir tek. Zamanla – tekrarlandıkça - anlamını yitiren veya tam tersi sürekli yinelendiğinde, ağza pelesenk edildiğinde bağlamından kopuk anlamlar “kazanan” kavramlardan bahsediyorum. Birtakım politikacıların ve sosyal olsun, asosyal olsun bilumum medyada yer alan birtakım yazı ve söz esnafının da bunun farkında olduğunu ve bilerek bu kavramları tedavüle sokup çıkardığını düşünüyorum. Sık sık dile getirilirse, sanki yaşamımızda bir karşılığı olacağı bize hissettirilen, lakin içinde umudu veya ideali barındırmaktan öteye gidemeyen iyi niyetli (tabii inanırsanız) tanımlar (çabalar) kavram olarak sunuldukça daha rahat pazarlanabilir bir hal alıyor ve hatta toplumun önüne bir hedef veya bir vaat olarak konulabiliyor. Tıpkı bir büyüğümüzün(!) elinde tuttuğu lolipop gibi… Ona ulaşmak için lolipopu elinde tutanın sözünden asla çıkmayan ve usluluğumuzun ödülünü almak için bir şeyler başarması gereken çocuklar gibiyiz. Üstelik, bahsedilen bir kavramsa ortada somut bir lolipop ve nihayetinde aldım-verdim ilişkisinin olmasına bile gerek yok. Sonsuza dek uzayabilecek bir muğlaklıkla ilerleyebilir bu süreç.

HEPİMİZ NEO’YUZ!

Matrix serisinin ilk filminde[1] söylenmişti: “Aslında kaşık yok.” Hepimiz, her şeyin mümkün olabildiği ve mantığın ötesindeki bir bilinç düzeyine erişmiş gibi addediliyoruz. Elimizde pankartlarla sokağa çıkıp “Hepimiz Neo’yuz!” demenin tam zamanı! Madem her daim bize ulaşılması imkânsız olan bir şeyi kakalıyorsunuz, biz de bu meydan okumayı kabul ediyoruz, demenin tam zamanı!

Şaka bir yana, ne çok şey önümüze seriliyor; her tür ikircikliliklerine rağmen ağızlarımızda dağılan mükemmel bir lezzet, burnumuza dolan bir bahar kokusu, gözlerimizde bir renk, kulaklarımızda bir ses ve içimizde bir nefes olarak önümüze faş ediliyor. Misal, adalet; misal, özgürlük…

Özgürlük kavramını ele alalım… Tanımı[2] itibarıyla, herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya ve şarta bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu. Öte yandan, her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu. Bu kavram, ta kadim demokrasilerde ve yoğunlukla aydınlanma sonrası toplumlarda ortaya konulmuş olsa da Birleşmiş Milletler tarafından tüm bireylere temel hak olarak sunulsa da sadece kâğıt üstünde kalmaya mahkûm. Çünkü özgürlük bireysele indirgenemez; birey toplumdan bağımsız olamaz. Toplum özgür olmadıkça, onun ayrılmaz parçası olan birey de özgürlük talep edemez. Toplumun ve toplumu oluşturan yapıların daha anlayışlı, daha hoşgörülü ve daha nazik olmasıyla, tanımı yapılan özgürlük kavramı sağlanamaz. Özgürlük sağladığını iddia eden birçok kuruluş, aslında bir parça memnuniyet ve tatmin, bir parça rahatlık, biraz daha fazla hız ve seçenek sunmaktan öteye gitmemekte.

Özgürlükten (freedom) kasıt serbestlik (liberty) ise tamamen başka bir anlama gelmektedir ve serbest olmak özgür olmakla aynı şey değildir. Serbestliğe ise en güzel örnek, tavuklardır. Serbest gezen tavuklar. Her şeyin olduğu gibi onların da serbestliğinin bir sınırı vardır: Çitler, teller… Mahkumlar, özgürlüğü dillerine dolarlar ama aslında serbest kalmak isterler.

“ŞARTLARDAN AZADE” HAYAT MÜMKÜN MÜ?

Özgürlük kavramı bazen bağımsızlık kavramıyla da karıştırılır. Bu noktada bazı sorular karşımıza çıkıyor: Hiç doğadan, bulunulan coğrafyadan ve/veya girilen ilişkilerden (ülke veya birey bazında) bağımsız herhangi bir varlık gördünüz mü? Tamamen her şeyden bağımsız kendi kaderini belirleyebilen bir birey olmak mümkün mü? “Şartlardan azade” bir hayat sürme olasılığı ne kadar? Bireyin toplumdan kaçarak, her türlü gereksinimini kendi karşıladığı bir durumda bile bağımlı olduğu hiçbir unsur bulunmamakta mı?

Hem serbestliğin hem de bağımsızlığın bizi çevreleyen faktörlerle doğrudan bir ilişkisi vardır. O faktörler bize engel çıkarmazsa serbestlikten ve bir nebze bağımsızlıktan bahsedebiliriz. Oysa özgürlük, o faktörlerin hiç olmaması halidir. Özgürlük bu iki kavramı da içermekte ama bu ilişki tek yönlü.

Bu noktada, John Stuart Mill’in (1806-1873)[3] özgürlük, serbestlik ve eşitlik arasındaki ilişkiye yönelik fikirlerinden dem vurmak mümkün. Ve hatta, Hannah Arendt’in (1906-1975)[4] serbest irade kavramına ek olarak eylem serbestisi üzerinden yeni bir şeye başlamaya/yaratmaya dayandırdığı politik özgürlük teorisini uzun uzun tartışmak da mümkün. Evet, mümkün ama şart değil. Zira, felsefe özgürlük kavramının pratiğe dönüşmesini reddederken, politika aynı kavramı araçsallaştırmaya yeminlidir adeta. Sonuçta, içinde “öz” ekini barındıran bir kavram hem tek başınalığa hem de sınırsızlığa göz kırpmaktadır.

İrvin Yalom’un (doğum 1931) artık kültleşmiş Varoluşçu Psikoterapi[5] kitabında bahsettiği dört temel kaygıdan birinin özgürlük olması ve bunun sorumlulukla birlikte ele alınması da bir tesadüf değil. Nihayetinde, ne kadar sorumluluk o kadar az özgürlük.

Kısacası, özgürlük tam anlamıyla sadece bir idea (fikir) olmaktan öteye gidemez, hayata geçirilemez ve ancak sınırlı sayıda seçkin zihinde yer alır.

ADALET

İkinci bir örnek olarak adalete bakabiliriz… Hukuk fakültelerinin ilk derste olmasa bile illa ilk döneminde öğrenciler şu sorularla karşılaşır: Hukuki ve yasal olan her şey adil midir? Ya da tam tersinden sormak gerekirse, adil olan her şey hukuka uygun ve yasal mıdır?...

Adaletin tek bir tanımı yok maalesef ya da ne iyi ki. Aslında adalet kavramının tanımı kültürel, dinsel, tarihsel ve bunlar gibi faktörlerle hep farklı olmuştur. Bu faktörlerin sürekli devinmeleri ve evrilmelerinden dolayı sabit (tek) bir tanım koymak zaten imkânsız. Topal ve zorlama bir isim vermek gerekirse, adaleti “toplumun vicdanı” olarak tanımlayabiliriz.

Bireylerin, grupların kendi anlayışlarına girmesek bile, adalet, toplumsal anlamda bile farklılıklar gösterebilir. “Zeitgeist” ya da tam karşılamasa da doğruya en yakın tercümesiyle “Zamanın Ruhu” işin içine katıldığında ise adalet kavramının tamamen yüzer-gezer bir kimliğe büründüğünü söyleyebiliriz. Bu da bizi adalete en yakın noktaya ulaşmak için kullandığımız “hukuk” kavramına götürür. Oysaki, “hukuk” kavramı, çok genel olarak, insan davranışlarını düzenleyen ve devlet tarafından müeyyidelendirilen bağlayıcı kurallar bütünü olarak tanımlanır. Dolayısıyla hukuk bir kavram olmaktan öte bir eylemler-kararlar bütününü ve sistemini tanımlayan bir kelimeye dönüşür. Bu kelimeyi örnek bir cümle içinde kullanalım: “Yasalar bir eylemin hukuka uygunluğunu belirler.”

Yasalar, az biraz toplumun ama genelde hâkim sınıfın etkisiyle, mümkün olduğunca adil(!) olarak hazırlanmaya çalışılır. Yasalara uymanın yanlış bir tarafı yok; elimizde toplum adına adalete dair sadece o var. Öte yandan hak iddia ettiğimiz ve bize göre adilane olanı talep ettiğimiz durumların karşılığını zaman zaman yasalarda bulamamaktayız. Sonuçta, hukuk, kelime anlamıyla haklar demek ve haklar da yasalara göre verilir. Yani, hukuk ve adalet aslında birbiriyle sarmaş dolaş olmuş iki ayrı kavramdır. Daha doğrusu hukuk adalete ulaşmak için bir araçtır. En azından Epikuros[6] böyle söylüyor. Futboldan bir örnek vereyim. Tuttuğunuz takım tüm maç boyunca tek kale oynamış, beş topu direkten dönmüş ve topa sahip olma oranı yüzde doksan. Fakat şansız bir geri pastan kendi kalesine bir gol atmış ve maç da bu şekilde bitmiş. Takımınızın maçı kaybetmesi adil mi? Değil. Peki, federasyon adalet yerini bulsun diye üç puanı sizin hanenize mi yazar? Hayır. Üç puanı almak rakip takımın hakkıdır.

Yargı ise öncelikle sonuca ve bu sonucun yasalardaki karşılığına odaklanır ve buna göre faili cezalandırır. Nihayetinde cezanın kriteri sonucun kendisidir. Sonucun adil oluşuyla değil, yasalardaki karşılığıyla yargılama yapılır.

“Hayatımda adalet arıyorum ve buna ulaşmamı yasalar engelliyor.” diye isyan etmekteydi ilk romanım ŞİMDİ bitti’deki[7] ana karakter Sinan. Bu durum her daim geçerli olacak.

Dinin a priori yani kabullenilmiş, hukukun a posteriori yani deneyimlerle kanıtlanmış ve gözlenmiş olduğunu göz önüne alarak, daha doğrusu hukukun böyle olduğunu umarak, bugün yaşadığımız hukuk seviyesinin ne kadarının dini ne kadarının hukuki olduğunu sorgulamamız gerekir. Üstelik siyasetin halen siyasi partiler üzerinden idare edildiği veya buna çalışıldığı bir sistem içinde objektif (nesnel) bir hukuk yapısı oluşturmak ne kadar mümkün?

Geçtiğimiz seçimde muhalefet seçmeninin bir sloganına dönüşen “Hak, Hukuk, Adalet!” tezahüratını duyan zihnim, duyduklarını “Hak, haklar ve net bir tanımı olmayan bir başka kavram!” diye kodlamaya başlayınca ve dile getirilmesi arttıkça ucuzlayan birer kavrama dönüştüğünü gördükçe insanların zincirlerinden razı olmalarını daha az yadırgar hale geldim. İnsanlar soyut kavramlardan medet umuyor ama somut olana oy veriyorlar.

Nihayetinde, eğer demokrasi murat ediliyorsa özgürlükten taviz vermek farz; hukuk istiyorsak adalet anlayışımızı ve adaletten beklentimizi yeniden yapılandırmamız vacip.

Sözün özü, bu tür kavramları mitinglerde dillendirip vaat haline getirmenin ne bir anlamı ne de bir karşılığı var. İyi bir temenniden öteye gitmiyor ve sadece politikacının daha çok alkış (oy değil) almasını sağlıyor. Halbuki ulaşılması daha mümkün hedefleri önümüze koymak ne güzel olurdu. Misal, fırsat eşitliği, eşit haklar, eşitlik...



[1] Bahsedilen söz, şimdilik dört adet filmden oluşan Matrix serisinin 1999 yılında yayınlanan ilk filminden. Bu serinin tutkunları için bir güzel haber: Ünlü İngiliz yönetmen Danny Boyle Matrix’in dans adaptasyonu üzerinde çalışmakta olup 2023 Ekim’inde sunmayı amaçlıyor.
[2] TDK Güncel Türkçe Sözlük.
[3] Bahsi geçen konu 1859 yılında yayınlanan “On Liberty” (Özgürlük Üzerine) adlı eserinde bulunmaktadır. Litera Yayıncılık, 2016. Türkçesi: Tuğçe Kanbur.
[4] Bahsi geçen konu 1958 yılında yayınlanan “Human Condition” (İnsanlık Durumu) adlı eserinde bulunmaktadır. İletişim Yayınları, 2021. Türkçesi: Bahadır Sina Şener
[5] “Existential Psychotherapy “, 1980. Türkçesi: Zeliha Babayiğit, Pegasus Yayınları, 2018.
[6] Epikuros (M.Ö. 341 – 270) Antik Yunan’da filozof
[7] ŞİMDİ bitti, Burak Uluer, 2020, Erik Yayınları