Kıyma bir kere bozulur

Son olarak, pekâlâ şunu sorabilirsiniz: Bu anlattığın olay gerçekten senin başından geçti mi? Hayır desem, kıymayı bozacak mısınız? Bozmayın…

Bitirimlerin kadere madik attığı bir semtte geçti ergenliğimin büyük bölümü. Soluk yüzlü, sağlıksızlıklarını aldıkları sulu-kuru maddelerle perçinleyen, epeydir tedavülden kalkmış bir ahlakın son temsilcisi, bıçkın ama bir o kadar da dokunsan ağlayacak abilerin tespihlerini şıkırdatarak ve arkalarını kollayarak volta attığı yokuşu bol, kaldırımı Arnavut bir semtti. Cibilliyetine tezat bir güven veriyordu bu ortam. Öyle ki terbiyesini bir kez aldın mı, bilirdin; yanlışın yoksa gelmez başına bir terso. Bileğinden güçlü bir yürek taşımak yeterdi çoğu zaman ve çoğu semt sakini, İsmet Özel’i doğrulayacak şekilde üzerinde yüreğinden başka bir muska takmıyordu. Kabadayılar kaba değildi; serdengeçtiler ise gerçek anlamda kendilerinden vazgeçenlerdi.

Sanırım on altı – on yedi yaşlarımdaydım. Okul kırmanın en temel hakkım olduğunu düşündüğüm yıllar… Okula son dakikada yetişmiş ve bir anda o gün iki ders üst üste Fizik olduğunu hatırlamıştım. Ortalıkta beraber okul kıracağım bir arkadaş aramıştı gözlerim. O sırada ders zili çaldı ve kapıda duran üst devrelerden biri “Gireceksen gir, yoksa kapatıyorum” dedi. Ben de ders programını söyledim gayri insiyaki. Aynı hocadan yaka silkmiş ve iki kere sınıfta çakmış olan üst devre yanıtı almış ve anında kapıyı kapatmıştı. Elimde evrak çantasından hallice okul çantam ve içinde o dönemin sakıncalı kitabıyla kapının önünde kalakaldım. Tek başıma ne yapacağımı düşünürken adımlarım beni aşağı kahveye götürdü. Tespih şıkırtısından ve esrarlı sigara dumanından başka rahatsız edecek bir şey olmadığı için rahat rahat kitabımı okurdum hiç olmazsa. Tepsiden iki poğaça alıp kendime duble bir çay söyleyip kuytu bir masaya çöktüm. Bana başka bir hayat, başka bir dünya yaşayabileceğimi anlatan kitabımı açtım. İyice dalmışım tok bir sesle kendime geldim.

- Madem kitap okuyacaksın, niye okulu kırıp buraya geliyorsun?

Korkuyla karışık yüzüme bir gülümseme taktım ve “İşte” dedim. Bugün de beklemediğim bir durum olduğunda saçmalarım.

- Ne okuyorsun bari?

- Komünist Manifesto

- Komünist misin sen?

- Değilim, hayırlısıyla ilerde inşallah

Saçmalamakta sınır tanımamam o günlerde de en büyük özelliğimmiş.

- Ben tuvalete gideceğim. Bizim masaya gel ve kağıtlarımı tut.

Hipnotize bir şekilde denileni yaptım. Durumun absürtlüğünü tartışmadım bile. Adam niye beni çağırdı? Kağıtları niye yanında götürmüyor veya niye masada bırakmıyor? Tut ki masadakilerden biri elimden kağıtları aldı; benim gibi bir sübyan ona nasıl engel olabilir ki? Henüz komünist olmamamın bununla ne gibi alakası var? Körler rüya görür mü?

Meğer olay başkaymış. Nedenini bilmediğim bir şekilde taltif edilmişim. Bir şekilde bana güvendiğinin göstergesiymiş. Bunu çok sonra sorduğumda “Kitap okuyandan zarar gelmez. Ayrıca unutma, bana yapabileceğini düşündüğün en kötü şey benim günlük yaşamımın bir parçası” diye yanıtlamıştı.

DOSTLUKLARIN SON GÜNÜ…

Zaman içinde arkadaş falan olmadık. Ben arada yine okul kırıyordum ama hep okul arkadaşlarımla. Onu da görüyordum zaman zaman ama beni tanımıyormuş gibi davranıyordu. Mevsim kıştan bahara döndüğünde benim kırmalarım haliyle yoğunlaştı. O aralar hayatıma Edip Cansever ve Bezik Oynayan Kadınlar girmişti. Ben Cemile’ye, Seniha’ya ve Ester’e teker teker âşık oluyordum, bazen hepsine birden aynı anda.

Güneşli bir gündü. Gül mevsimiydi. Okulu yine tek başıma kırmış, bu sefer açık havada olan üst kahveye gitmiştim. Seniha’yı genelevden kurtaracak yiğit bir delikanlı adayı olarak yine önümdeki kitaba dalmışken “Daha komünist olamadın mı?” dedi bir tanıdık ses yakından.

- Yok, daha değil. Aşığım bu aralar.

- Yapma yaaa! Kime?

Şimdi kalk, adama zihnindeki bir şiir karakterine nasıl âşık olduğunu anlat! Ben de kısa kestim:

- Seniha’ya. Genelevde çalışıyor ve akşamları arkadaşlarıyla bezik oynuyor.

Bayağı bir güldü. Sonra bize çay söyledi. Çayların sayısı çift rakamlara geldiğinde adını (Halil diyelim uyduruktan) ve nasıl geçindiğini öğrenmiştim. Çevredeki esnafın indir-bindirini, gerekirse tadilat-tamiratını ve kalan zamanlarda da güvenliğini sağlıyormuş. Bunu kendi değil, yanındaki çocuklara yaptırıyormuş çoğu zaman. Evden kaçmış, sokağa atılmış veya durumsuz kalmış çocuklara. Toplanan parayla onları derme çatma da olsa bir evde barındırıyor ve ceplerine harçlık koyuyormuş.

Tam bunları anlatırken o çocuklardan biri yanımıza geldi. Halil Abi parayı sorduğunda, yardıma gittiği esnafın elinin darda olduğunu ve parayı haftaya ödeyeceğini söyledi. Halil Abi başıyla tamam deyip çocuğun koluna girip kahvenin arkasına doğru ilerledi. Kalkarken de onu mutlaka beklememi tembih etti. Üç dört dakika sonra ikisi de kahvenin arkasından çıktılar. Çocuğun saçı başı dağılmış, yüzü kıpkırmızıydı ve burnu kanıyordu. Halil Abi hızla gelip masaya oturdu. Ben o sinirle çevik bir hareketle yandaki sandalyeyi kapıp adama Allah yarattı demeden tekme tokat girdim, desem inanır mısınız? Hayır, yanıtını veren on bininci talihlimiz şirketimizden iki kişilik Hawaii tatili kazandı.

KIYMA, HIYAR, TURŞU

Ben hem ürkmüştüm hem de bugüne kadar babacan biri sandığım herifin ne kadar iğrenç biri olduğunu düşünüyordum. Ağzımdan sadece “Abi, ne yaptın?” çıktı. Gerisini o anlatsın:

“Bu çocuğun anası babası ölmüş, hayatta bir tek anneannesi var. Kadın da sürekli hasta. Bir yıl önce gelip yardım istedi. Bir iki geçici iş verdim ama olacak gibi değil. Dedim ki, gel yanıma sürekli çalış. Allah’ı var çok çalışkan çocuk. Diğerleri gibi de değil, hiçbir mevzuya girmez. Gururludur da. Geceleri bir pavyonda bulaşık da yıkıyor benden gizli. Ona sesimi çıkarmadım. Şimdi olay şu: Bu zibidi deminki işten parayı alıp cebine attı. Onunla anneannesine ilaç alacak. Sonra o parayı pavyondan kazandığıyla bana bir hafta sonra ödeyecek. Biliyorum bunu ama biz ancak önce kendimize sonra çevremize güvenerek hayatta kalırız. Bana yalan söyledi. İsteseydi zaten verirdim ama yalan söyledi. Ama öyle, ama böyle, yalan söyledi. Kıyma bir kere bozulur ve sonra ne yaparsan yap ne baharat koyarsan koy düzelmez. Ben o kıymanın bozulmasına izin vermem, anladın mı? İnsan bir kere yoldan çıktı mı ve üstüne üstlük bundan çıkar sağlayıp ceza almadı mı, artık iflah olmaz. İlk sıkıştığında tekrar yapar ve zamanla arsızlaşır. Senin anlayacağın, kıymayı biraz alazlayıp dolaba geri koydum. Budur.”

………….

Yaptıklarına başta göz yumduğumuz, anlayış gösterdiğimiz, zamanla görmezden geldiğimiz ve bundan güç alıp iktidarı ele geçirdikten sonra çalmalarına, çırpmalarına, hak yemelerine, ahlaksızlıklarına, terbiyesizliklerine, yalanlarına gıkımızı bile çıkaramadığımız birilerini tanıyor musunuz? Sizce kıyma bozuk değil mi? Bozuk kıymanın farklı baharatlarla, farklı tabaklarda, farklı isimlerle sunulduğunu düşünmüyor musunuz? Ya da başka bir deyişle, hıyardan turşu olur ama turşu tekrar hıyara dönüşür mü?

Son olarak, pekâlâ şunu sorabilirsiniz: Bu anlattığın olay gerçekten senin başından geçti mi? Hayır desem, kıymayı bozacak mısınız? Bozmayın…