Hataya hatayla karşılık vermek

Başlıkta bir noktalama hatası yapmışım. İlk sözcük “Hatay’a” olacaktı. Malumunuz, bugünlerde CHP, belediye başkan adayı bulma-bulamama-bulduğundan bunma tadında bir kısır döngü yaşıyor.

İş gereği birkaç defa Norveç’e gitmişliğim var. Pek neşeli bir yer değil. Zaten her seferinde en fazla iki - üç gün kaldım. Bence sıkıcı bir ülke. Belki de Norveçlilerin birçok konuda ilerlemelerinin altındaki gizli neden can sıkıntısıdır. Sonuçta can sıkıntısı yaratıcılığı tetikler. Düşünsenize, en ünlü Norveçli ressam Edvard Munch’un en bilinen tablosu “Çığlık”. Üstat, nasıl sıkılmışsa artık! Roald Amundsen ise öyle bunalmış ki ülkeden mümkün olan en uzak noktaya kaçayım derken Güney Kutbunu keşfetmiş. Knut Hamsun’a hiç girmiyorum, okuyan bilir. Adam 200 sayfa boyunca Açlık yazmış. Norveç’in ekonomik durumu belli; bu neyin açlığı birader? Bana göre Knut Dayı bir parça neşeye, eğlenceye, sevince aç.

Bizim şirket belki de ayıp olmasın diye, işte bu Norveç’te toplantılar düzenlerdi ara sıra. “Yazık lan adamlara” diyerek bizlere yazık ediyordu. Bu kısa ziyaretlerden birinde Agnar beni ve şirketten birkaç kişiyi evine davet etti. Agnar, çalışkan, neşeli ama tutuk bir Norveçli olup ismine tezat bir yapıya sahiptir. Agnar Norveççede savaşçı anlamına gelmektedir lakin heyhat, bizim kahramanımız tıfıl, sıska, kısa ve bunlar yetmezmiş gibi dişlek birisidir. Yine de severim kendisini; bana başka toplantılarda bir sürü yiyecek içecek ısmarlamışlığı var.

Davetin olacağı gün toplantılarımız erken bitti ve Agnar, akşama görüşürüz diyerek hepimize evinin adresini verip hazırlıklar için evinin yolunu tuttu. Ben de etrafı dolaşmaya çıktım. Hava biraz soğuk olmasına karşın güneşliydi. Tipik bir Temmuz günü. Yanımdan geçen T-shirt ve şortlu bilumum insanı görünce utanıp montumun fermuarını açtığımı hatırlıyorum. Erkekliğe laf ettirmemek adına üşümeme rağmen biraz daha yürüyüp karşıma çıkan ilk kafeye kapağı attım. Amacım yanımda getirdiğim Vedat Özdemiroğlu’nun “Selam Dünyalı Ben Türküm” kitabını okuyarak ve kahve içerek akşamın gelmesini beklemekti. Kitap bitti ama akşam olmadı ve ben kendi okuma hızıma hayret ederken birden duvardaki saate gözüm ilişti. Saat akşam sekiz buçuk olmuştu ve güneş hala tepemizdeydi. İçimden kendime okkalı küfürler savurarak hemen çıkıp Agnar’a gittim. Herkes oradaydı. Beni aramadılar diye bozuldum biraz ama sağolsun Yunanlı kankam Yannis toplantı odasında düşürmüş olduğum telefonumu bana verince nedenini anladım. (Burada, satır arasında okuyucuya cep telefonuna tutsak biri olmadığın mesajını ver Burak ve bu parantezi yazıyı teslim ederken sil. Zeki olduğun kadar sinsisin Burak, zevzek olduğun kadar unutkansın da.)

Masada bana ayrılan sandalye tam karşıdan pencereye bakıyordu. Ve güneş sağ olsun tam yüzümde patladığından gözümü kısmaktan helak oluyordum. Agnar kardeşim yarım saat sonra durumu fark edip önce güneşliği kapatıp sonra evin ışıklarını yaktı. Güneşlik öyle etkiliydi ki kapanmasıyla ışıkların yanması arasındaki kısa sürede ev resmen zifiri karanlığa gömüldü. Belki aptalca gelecek ama o birkaç saniye süren karanlığı hiç unutamadım. Güneşlik beni gözümü kısmaktan kurtarmıştı ama tüm evi karartmıştı. Birbirimizi göremiyorduk ve unutmamak gerekir ki karanlıkta hemen herkes duydukları sesin peşinden gider.

……….

Başlıkta bir noktalama hatası yapmışım. İlk sözcük “Hatay’a” olacaktı. Malumunuz, bugünlerde CHP, belediye başkan adayı bulma-bulamama-bulduğundan bunma tadında bir kısır döngü yaşıyor. Sonuçta mutlu sona ulaşıldı. Halkın protestolarına rağmen veya inatla, arada Özgürel’in (Öz parantezinde Özgür Özel) fiyasko açıklamalarının ardından ve anlamsız birçok saçmalığın peşi sıra halkın çok sevdiği ama yapılan tehditlerden (“Hatay garip kaldı, mahsun kaldı!” konulu konuşma) veya mevcut belediyenin el altından verdiği birtakım avantajlardan dolayı oy potansiyeli nispeten zayıf olan Gökhan Zan’ın aday gösterilmesinden sonra sabık AKP’li ama önceki iki seçimde CHP’den seçilmiş olan Lütfü Savaş tekrar aday gösterildi. Yaşasın!! Artık bizim için her şey berraklaştı.

Berraklaşan şey şu: Bu siyasi partiler tamamen çıkar ve seçim kazanmaya odaklı kurumlar. Belli ki Lütfü Savaş’ın bir oy potansiyeli var. Öte yandan, Gökhan Zan halk tarafından çok daha seviliyor ve siyaseten yıpranmamış, bozulmamış bir kişi. Onun gibi başka kişiler de vardır eminim. Yani Zan, Savaş’tan daha iyidir veya kötüdür değil benim meselem. Canla başla çalışacak, gece gündüz halkı düşünecek, prensip sahibi, aydın kafalı, falan filan özelliklere sahip bir sürü insan var bu ülkede. Ne yazık ki bu kişiler, partilerin ve siyasetin ülkemizde geldiği bu noktada ya hiç bulaşmak istemiyorlar ya da ayak oyunlarını, lobicilik numaralarını bilmediklerinden seslerini duyuramıyorlar. Burada olay sadece CHP’ye özel değil. Dandini Dastana Partisi bile kurulsa aynı şey. Neden? Türkiye’de politik siyasi partilerde işleyen ve dayatılan sistem bu çünkü. TİP bir parça farklılık gösterdi ama ilk ilerlemeden sonra son seçimlerde yerinde saydı. Onlar da genişlemek için bu hesapları yapmak zorunda kaldılar. Partilerin yaptığı bu hesapların içinde halkın istekleri, ihtiyaçları yok. Onların yerini halkın hangi adaya ne kadar oy verebilme potansiyeli olduğu var. Son kertede partilerde, halka ne verileceği değil, halktan ne alınabileceği üzerine dönüyor hesaplar. Bu doğrultuda önümüze isimler yığıyorlar, gözümüzü kamaştırmaya çalışıyorlar, birtakım personalar (karakterler değil) dayatıyorlar. Bu kişilerin değeri partiye getirdiği oy kadar, tıpkı halkın partiye verdiği oy kadar değerli olması gibi.

Küçükken mahallede maç yaparken takımları belirlemek için oyunu en iyi oynayan iki çocuk takımlarına teker teker oyuncu seçerlerdi. Bazılarımızın tercihi sevdiği kişileri seçmek olurdu. Bu takımın kriteri neşe, güven ve sevgiydi. Bazıları ise sadece kazanmaya odaklı kriterlerle oyuncu alırdı. Çoğu zaman bu takım kazanırdı. Kazandıktan sonra sevinmezlerdi; mutlu olmak yerine şımarıkça bir tatminle evlerinin yolunu tutarlardı. Diğerlerinin de kazandığı olurdu ve o an mahallenin bakkalı, manavı dahil herkes birbirine sarılırdı. Yazdıklarım romantik gelebilir ama mücadeleye devam etmek için sevginin, umudun kazanabileceğine inanacak kadar romantik olmak gerekiyor bazen ve hatta çoğu zaman.

Bakıyorum da siyasi partilerimiz Agnar’ın evindeki güneşlik vazifesi görüyor. Dışarda güneş var ve bazen bazılarımızı bir parça rahatsız ediyor ama araya güneşlik girdiğinde ortam kararıyor, önümüzü bile göremiyoruz ve sesi en yüksek çıkanın peşinden gidiyoruz.