Durum özeti: Galaksi takside taksi kalmadı

Çarenin Sarıgül veya Drogba olmadığını anladık sanırım. Sadist sahibinin bir an için vicdanlı davranmasını bekleyen ev hayvanları gibi davranmak da öncelikle kendimize hakaret. Bu durumda, belki de birtakım zekâ yoksunu kelime oyunlarına başvurmak gerekebilir: Çaresizseniz, çare sizsiniz.

Denis Diderot ismini duydunuz mu? Bu arkadaş bir yazar ve filozoftur ama yazdıklarıyla olduğu kadar ve hatta ondan da fazla yaptıklarıyla hayatımızı etkilemiştir. En azından bugün yaşanan tüketim çılgınlığını onun ismiyle tanımlıyoruz: Diderot etkisi.

1765’te Diderot acil paraya ihtiyaç duyar. Bunu duyan Rus İmparatoriçesi Büyük Katerina, onun bütün kütüphanesini satın alıp bu kütüphaneyi evinde tutması yönünde ona direktif verir ve yirmi beş yıllık maaşını peşin vererek onu kütüphanecisi olarak işe alır. Bir anda fakirlikten zenginliğe ulaşan Diderot, paranın bir kısmıyla şık bir kırmızı sabahlık alır. İşte sorun burada başlar. Giysi yenidir ama dairesindeki dekor kötüdür. Önce tabloları değiştirir, sonra yeni bir deri koltuk alır, sonra masasını yeniler ve bu dairesindeki her şeyin değişmesine kadar sürer. Sonunda kısa sürede tekrar borç batağına saplanır. Hatta bununla ilgili Eski Sabahlığım İçin Pişmanlık adlı bir makale yazar ve kendini tüketime nasıl kaptırdığını anlatır. Bugün, tüketim sarmalına, onu tarif eden ilk kişi olduğu için Diderot Etkisi diyoruz.

HERKES BORÇLU

Bilişim konusundaki gelişmelerin, toplumlarda yanılsama etkisini körüklediği bir gerçek. Rahatlık, hız, sonsuz olarak algılanan seçme şansı, kişiselleştirilmiş içerik, sizin yerinize düşünen akıllı uygulamalar ve serbest piyasa toplumlara özgürlük olarak lanse ediliyor. Öte yandan, kapitalizmin çarkları da bir yandan çok hızlı dönüyor. Her bebek dünyaya borçlu olarak geliyor. Dünyadaki her bireyin sırtında ortalama on bin dolar borç olduğunu söylemem yeterli olur sanırım. İnsanlar ait olmak istediği yaşam tarzı için daha çok çalışmaya ve bunun karşılığında daha çok tüketmeye koşullanmış durumdalar. Diderot Etkisi kendini iyiden iyiye göstermeye başladı.

İnsanların arzu ettikleri objeler gün geçtikçe fazlalaşmakta ve arzu edildikçe pahalılaşmakta. Markalar ürün değil yaşam tarzı satıyorlar. İşin acı tarafı, tüketim, toplumun DNA’sına öyle bir girmiş ki iş bu markaları vücutlarına dövme olarak kazıtmaya vardı. Kısaca, artık toplumlara verilen ama hiçbir zaman dile getirilmeyen mesaj, “Çalış, Tüket ve Öl”. Öte yandan, Adam Smith’in teorisindeki, serbest piyasanın görünmez eli yankesiciliğe başlamış durumda. İnsanlara rahat tüketsinler diye verilen kredi kartları artık karşılamaları imkânsız bir borç kaynağı olmaya başladı. Sistem kendini çürüten ama bu çürümüşlükten beslenen bir hale geliyor ve hatta çoktan geldi. Bu sarmal büyüyerek bir girdaba dönüşüyor. Yani, özgürlük yanılsaması zamanla toplumların köleleşmesine yol açtı. Toplum, borç içinde ama tüketmeye olan iştahı hızla artan ve bu iştahını gidermek için önüne konan cılız seçenekleri sorgusuz sualsiz kabul eden bir bireyler güruhuna dönüştü. Eş zamanlı olarak, dünya nüfusu çığ gibi büyüyor ve kâr odaklı üretim tatmin odaklı toplumla el ele dünyayı kirletiyor ve kaynakları hızla tüketiyor. Azalan kaynaklar ülkeler arası krizlere neden oluyor. Zamanla tatmin de temin etme zorunluluğuna dönüşüyor. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak, ülkelerin ve hükümetlerin etkileri azalırken, daha pratik, daha çözüm odaklı, daha yetkin, daha bilgili ve tamamen kâr odaklı firmaların dönemi başladı. Bunlar, ama kasıtlı ama bilmeden, dünyayı veriyi ve yapay zekâyı en iyi kullananın gücü ele geçirdiği bir noktaya taşımaya başladılar. Görünürdeki devlet, sadece ve sadece bu firmalara gereken yasal düzenlemeleri hazırlayan, bunun karşılığında bazı sözüm ona tavizler alarak halkına yansıtan ve ülkesinin meşrebine bağlı olarak halkı din, futbol, marihuana, milliyetçilik, ulusal gurur ve bunun gibi şeylerle teskin eden bir yapıya dönüştü. Bunları yaparken bazen sosyal devlet, bazen faşizan diktatörlük maskeleri taktı. Asıl olan, her ne pahasına olursa olsun kârı optimize etmekti. Demokrasiyi ise bunu hem kendi toplumunun hem de diğer toplumların gözünde meşrulaşmak için kullandı.

PARANIN DENETİMİ NEREYE GİDİYOR?

Bu arada atlamadan bir hususa değinmem gerek. Edinme içgüdüsü yayılırken teknoloji bunu hızlandıracak sistemleri tek tek insanoğlunun önüne sermeye başlamıştı. Devlet ve uluslararası kuruluşlar tarafından denetlenen finansal kurumlar, 21. yüzyılın başında tüm para ve varlık akışlarını kontrol ederken blok zinciri teknolojisinin yayılmasıyla güçlerini kaybetmeye başladılar. Toplumun geneli, aslında pek de güvenmediği bu kuruluşları kullanmamaya başladı. Yani, teknoloji bir biçimde, konvansiyonel güç odaklarına kafa tutmaya başladı. Merkezi yönetimler toplumun kontrolü konusunda taviz vermek zorunda kaldı. Yasa koyucular ise teknolojinin gerisinde kalınca, ortaya karmaşık bir yapı çıktı. Bilgisayarlar finansal sistemi öyle bir karmaşık yapıya ulaştırdı ki bu yapının denetlenmesi yasayla, düzenlemelerle mümkün olmamaya başladı. Merkezi denetim ve daha da önemlisi paranın denetimi ellerinden gitmeye başladı. Gidiyordu ama nereye?... Bunun yanıtı henüz verilmiş değil ve mücadele halen devam etmekte.

Şimdi, burada durup bir durum özeti yapalım.

Yüzyılımızın ilk çeyreğinde, dünya firmaların oyun alanına dönüşmüş durumda. Popülasyon durmadan artıyor. 2026 yılında dünya nüfusunun 8,3 milyarı bulması bekleniyor. Kaynaklar ne kadar optimize edilirse edilsin, dünya nüfusunun ihtiyacını karşılamakta zorlanmakta. İklim değişikliği ve yükselen ısı tarım alanlarının kurumasına neden olmakta. Dünyanın yüzde otuza yakını yoksulluk ve yüzde on beşi açlık çekmekte. Eğitim düzeyi sistem gereği düşürülmekte. Din referanslı hükümetlerin sayısı artmakta ve dinler arası nefret büyümekte. Azalan kaynaklar için yapılan mücadele sık sık savaşa dönüşmekte ve bu, göçlerin sayısını artırmakta. 2026’da dünyada, doğduklarından başka bir ülkeye göç etmişlerin sayısının 275 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. Artan mültecilik ülkelerde azalan kaynakların ve artan işsizliğin nedeni olarak görülmekte ve ırkçılığın artmasına neden olmakta. Toplum, günü kurtarmanın peşine düşmüş halde ve gelecek umutları azalmakta. Öte yandan, teknolojik gelişmeler sayesinde üretimde insana ihtiyaç azalmakta. Toplumun geneli kendisine sunulan teknolojik yenilikleri anlamakta zorlanmakta ve yavaş yavaş bunları kendilerine bir tehdit olarak görmekte. Bireyler anlamadığı bir gelecekte kendilerinin yeri konusunda endişelenmekte. Sonuçta, topluma sunulan serbestlik ve seçim şansı yine aynı toplumun büyük bölümü tarafından başka ve daha büyük bir esarete girmek için kullanılmakta ya da kullandırılmakta.

………..

Çarenin Sarıgül veya Drogba olmadığını anladık sanırım. Sadist sahibinin bir an için vicdanlı davranmasını bekleyen ev hayvanları gibi davranmak da öncelikle kendimize hakaret. Bu durumda, belki de birtakım zekâ yoksunu kelime oyunlarına başvurmak gerekebilir: Çaresizseniz, çare sizsiniz.

Bu yılın başında yayımlanan romanım CILK’ta Hamdi karakteri şöyle diyordu: “Yurttaşlarının, kendini yönetenlere oranla çok daha olgun olduğu bir ülkenin içine doğduk hepimiz. Aklı selim göstermek, bazı şeyleri hoş görmek hep bize kaldı.”

Belki de bir sonraki adım, kendi bağımızı kendimizin keseceği, çetin ama umut vaat eden ve bugünün “normalleri” dışında oyunu değiştiren bir yola düşmektir. Kolları sıvamayı başkalarına bıraktığımızda neler olduğunu gördük, görüyoruz.