Cumartesi günü ateşi

Hayal kırıklığı, utanç, kızgınlık, aldatılmışlık ve terk edilmiş duygularını tekrar, tekrar ve tekrar yaşamaktan usandım.

Bir Cumartesi günü, öğleden sonra oğlum odasında ders çalışırken, karım çalışma odasında kendini sanata vakfetmişken ve evin en saygın elemanı olan köpeğimiz koltuğun kenarında mışıl mışıl uyurken, şeytan dürtmüşçesine bir refleksle tüm bu huzuru yok etmeyi başarana “ben” denir. Açtım, CHP Kurultayını izlemeye başladım. Önce karım gelip bu adamların höykürmelerinden rahatsız olduğunu, kendi sinirimi bozmak için ne çok çaba harcadığımı, bu hayatta faydalı olmak istiyorsam en azından köpeği yürüyüşe çıkarmamı falan söyledi. Televizyonun sesini kıstım ve fısıltıyla, çok yağmur yağdığını ilettim kendisine.

Derken oğlum geldi; arada bir yapar bunu. Kendini odasından dışarı çıkardığı mevcuttur ve hatta bazen benimle konuşuyor bile. Bu Z kuşağı bir garip… Ne izlediğimi sordu. “Oğlum” dedim, ki bu sihirli sözü lafın devamına göre farklı tonlarda kullanırım, “CHP kurultayı varmış, ona bakıyorum”. Baştaki tonlamamdan bu lafın devamının uzun olacağından şüphelenen oğlumun yüzündeki ekşime, bu kısa cevapla şaşkınlığa dönüştü. İşte böyle yaparlar adamı, hiç beklemediğin bir anda kısa ve öz bir yanıtla fara yakalanmış kedi gibi dona kalırsın! Ayazda kalmış birtakım uzuvların gibi büzüşürsün! Ben bu zaferin keyfini sürerken kendisinden beklenmedik bir hamle geldi.

- Kurultay ne demek?

- Kongre gibi bir şey.

- O zaman niye kongre demiyorlar?

- Ne bileyim? Benim bildiğim, kurultay konuyla ilgili kurulların bir araya geldiği toplantıdır. Amaç sorunları konuşup yeni kurullar seçmek. Kongrelerde ise kurullar yerine kişiler, temsilciler katılır.

- Bu insanların hepsi kurul mu?

- Bilmiyorum, sanmıyorum…

- O zaman kongre de diyebiliriz.

- Oğlum! Ne fark eder? Adam kurultay demiş bir kere, o zaman sana ne oluyor, bana ne oluyor?

- Dini bir şey mi?

- Nerden çıktı şimdi?

- Hani, ortada nas varken, sana ne oluyor…

- Senin dersin yok muydu?!

Oğlanın bakışlarından ders çalışmaktan sıkıldığını anladım. Çocuk ters bir zamanda babasıyla sosyalleşmeye çalışmış ve babasının çemkirmesiyle karşılaşmıştı. Sakinlemem, hemen bir şaka yapıp yumuşamam lazım ama ne mümkün? Bay Kemal mütemadiyen yeknesak bir ritimle bağırıyor ve arada hımlıyor… Arada “Pardon!” diyebildim oğluma. Gönlünü almak için içeri gidip mısır patlattım. Geri döndüğümde hala televizyonun başında büyülenmiş gibi duruyordu. Büyülenmiş değil de bir matematik problemini anlayamamış ama yine de çözmeye çalışıyormuş gibi bir hali vardı. Patlamış mısır dolu kâseyi ve Türk marketten aldığım sade gazozu uzattım kendisine, barışma mahiyetinde. Özgür Özel sahne almıştı.

- Nasıl buldun Türk politikasını?

- Bence herkes haksız.

- Nasıl anladın bunu?

- Sen sürekli haklı olmanın sakinliğinden ve kendinden emin olmanın insana huzur verdiğinden bahsedersin. Bunlar sürekli bağırıyor.

- Ben sana, bir erkek çocuğu havuza merdivenlerden girmez de demiştim ama geçen yaz sen girdin.

- Atlamak yasaktır yazıyordu.

- Her lafa bir yanıtın var, bakıyorum. Ayrıca bunlar bağırmıyor, yüksek sesle konuşuyor.

- Elindeki mikrofon ne işe yarıyor o zaman?

- O aksesuar.

Gülmeye başladı. Çaresizliğim ve aptalca savunma gayretim o kadar ortadaydı ki ben de gülmeye başladım. Bu gülme ikimize de iyi gelmişti. Her huzurlu ve mutlu anda olduğu gibi yine durumu berbat edebilecek bir şey buldum.

- Belki, sen de ilerde politikaya girersin.

- Sanmam… benim bir standartım var… bu kadar küçülemem…

…..

Konu CHP değil, AKP değil, Türkiye değil. Hangi ülkeye gitsem, hangi kurultayı, kongreyi -artık ne derseniz- seyretsem ortadaki panayır havası değişmiyor. İsveç’te de aynı, Venezuela’da da, İsrail’de de… Sattıkları umudu, sattıkları hayali, sattıkları vaadi ve sattıkları hayatı almaya, peşinden koşmaya hiç niyetim yok; niyetim olsa bile mecalim kalmadı. Hayal kırıklığı, utanç, kızgınlık, aldatılmışlık ve terk edilmiş duygularını tekrar, tekrar ve tekrar yaşamaktan usandım.

Başka bir yolu olmalı, başka bir düzen ama bizi düzmeyen…