Ah be oğlum!

Kendi kendime birinin bana böyle bir iyiliği dokundu mu diye düşünürken bu anılar, enstantaneler geldi aklıma. Oğlum alttan alta bana Türkiye’yi ve olması gerekenleri anlatıyormuş meğer...

2016 Şubat…

Göğüs kafesinin sağına doğru hafifçe dokununca hızlı, derin ve sesli bir nefes çekiyor içine.

- Acıyor mu?

Sadece başını sallıyor onaylamak için. Elimi hafifçe biraz daha aşağıya kaydırıyorum.

- Burası?

Yine derin nefes, yine baş sallama. Bu işlemi defalarca tekrar ediyorum. Nereye hafifçe bastırsam canı acıyor. Sonunda dayanamıyorum:

- Kaydıra kaydıra dizine kadar geldim. Burası nasıl acıyor, anlamıyorum.

- Benim bir yerim acıyınca, her yerim acıyor.

2018 Mayıs sonları…

Hava çok sıcak. Çimlere yayılmış evden getirdiğimiz sandviç ve atıştırmalıkları yiyor ve bol bol meşrubat tüketiyoruz. Bazı veliler hazırlıklı gelmişler. Şemsiyelerinin altında portatif sandalyelerine kurulmuş mini vantilatörleriyle kendilerini serinletiyorlar. Yandaki ailenin babası belli ki hırslı bir tip ve gereğinden fazla ve gereğinden gürültülü bir şekilde oğluna tezahürat yapıyor. Adamın bağırırken ağzından püsküren bisküvi parçalarına gözüm takılıyor. Adam o kadar kendini kaptırmış ki benim uzun süredir ona ekşi bir ifadeyle baktığımın farkında değil. Belki de sarhoş, ne bileyim.

Bizim oğlan ağızda tutulan bir kaşığa yerleştirilen yumurtayla yapılan yarışta ikinci geliyor. Gerçi yumurtayı kırmadan yarışmayı bitiren üç kişi vardı ama yine de bir baba olarak gurur duyuyorum. 200 metre bayrak yarışında ise takımı sondan ikinci oluyor ama bizimki kan ter içinde. Yanımıza gelip ortadaki su stokumuzun tamamını tüketiyor. Allah’tan yanımda yedek getirmişim. Sonra beni aşağı sahada başlamış ve kendi sınıfının oynadığı futbol maçına davet ediyor. Baba oğul sahanın oraya gidiyoruz. Maç, bildiğin itiş kakışın ortada top bulunan hali. 5-10 dakika sonra sıkılıyorum ve bir sohbet başlatıyorum.

- Sen de futbol seviyor musun?

- Pek değil. Zaten kötü oynuyorum.

- Teneffüslerde oynuyorsun diye biliyordum.

- Evet ama ben defansta duruyorum ve top gelince Jason’a atıyorum. O bir şekilde gol yapıyor.

- Kim bu Jason?

- Okuldaki en iyi futbol oynayan çocuk. Southampton’da takıma girdi. Chelsea’den gelip seyretmişler.

- Göstersene, hangisi?

- Korner bayrağının orada.

Eliyle gösterdiği yerde en az 7-8 çocuk var.

- Hangisi?

- Mavi t-shirt’lü olan.

Oğlanın takımının hepsine mavi üstlük vermişler.

- Oğlum, nasıl bir tip?

- Benden biraz uzun, ince bacaklı.

Artık sormaktan vazgeçiyorum. Jason’ı ayırt etmem nasılsa imkânsız. Ben dönmek için kafamda bir bahane ararken oğlum beni dürtüyor.

- Bak, şu anda topu ayağına aldı! Come on Jason!!

Nihayet Jason’ı görmüştüm. Sahadaki tek zenci çocuktu.

2020 Ekim başları…

İlkbaharda başlayan Covid salgınında birçok özel okul iflas etmişti. Oğlumun okulu da bu gruptaydı. O şartlar altında düzgün bir okula geçmesi pandemi ortamında çok zordu. Bir mucizevi şansla, bizim bölgenin en iyi ve en iddialı okulu eğer giriş sınavını geçebilirse okula kabul edeceklerini söyledi. Tahmin edersiniz ki birçok çocuk da aynı sınava giriyordu. Bizim oğlan da canını dişine takıp kusursuz bir sınav verdi. Kabul mektubu geldiğinde evde bayram havası yaşandı amma velakin iki okul arasındaki seviye fazla olunca okulun ilk ayında bizim oğlan resmen duvara tosladı. Durumu futbol jargonuyla açıklamak gerekirse, mahalli ligin gol kralı doğrudan İngiltere Premier liginde top oynamaya başladı, diyebilirim.

Okuldan gelen yazılı mesajı yüzümü ekşiterek okuyorum. Bizim oğlan cezaya kalmış. Benim okul bitiminden bir buçuk saat sonra oğlumu almam isteniyor. İşten çıktıktan sonra soluğu okulun kapısında alıyorum. Yaklaşık beş dakika sonra okulun giriş kapısında oğlum beliriyor. Hayret bir şekilde yüzünde bir gülümseme. Yanında da Hint asıllı olduğunu tahmin ettiğim benden biraz daha genç biri var. Sohbet ederek yavaşça bana doğru yürüyorlar. Adam gelip başıyla selam veriyor.

- Merhaba

- Merhaba???

- Ben oğlunuzun İngilizce hocasıyım.

- Memnun oldum. Ben de öğrencinizin babasıyım ve hayret içerisindeyim. Bir cezadan sonra yüzü asık halde geleceğini zannetmiştim, şaşırdım biraz.

- Onu da oğlunuz anlatsın.

Arabaya giriyoruz. Ben soran bakışlarla oğluma bakıyorum ama onda anlatacak gibi bir hal yok.

- Bu hocanın adı ne?

- Mr. Chandrachud.

Cezayı verenin demin konuştuğum adam olduğunu anlıyorum. Bu, neşeli havayı daha da garipleştiriyor.

- Sana ceza veren öğretmen bu değil mi?

- Evet. Aynı zamanda benim en sevdiğim hoca.

- Nasıl olur?

- Ne istediğini biliyor. Benden ne beklediğini ve bunun için ne yapmam gerektiğini söyledi. Gereksiz kıyaklar yapmıyor. Her zaman net.

- Peki niye cezaya bırakmış?

- Ödev vermişti. Ben yaptım ama onun istediği biçimde değil. Bana ceza verdi ve ikimiz kütüphanede o ödevi en baştan tekrar yaptık. O zaman anladım ki bana değil kendine ceza vermiş. Benim için ödül oldu. Artık ne yapacağımı biliyorum.

2022 Ağustos sonları…

“İçini dökecek birini buldun, sarılırsın tabii” diye en olmayacak anda en münasebetsiz espriyi yaparak iğrençlikte mertebe atlıyorum. Oğlum klozete sarılmış, benden gizli içtiği votkaları çıkarıyor. Aslında gün güzel başlamıştı ve iki arkadaşı bize yatıya gelmişlerdi. Bir tanesi bizimkinden üç yaş büyüktü ve maalesef her yeni yetme gibi içki içmeyi bir marifet sanıyordu. Olay, bize yakalanmadan en kısa zamanda en çok içkiyi içmeye dönünce alışmadık beden maymuna dönmüş vaziyette. Diğer iki çocuk yataklarında yatıyor ve suçluluk duygusuyla değil yakalanmanın getirdiği mahcubiyetle uyuyor numarası yapıyorlar.

İşi bitince kaldırıp yüzünü yıkıyorum ve yatağına götürüyorum. Arada “Babaaa!” diyor, “Baaak anlatacaaam!”. Hem kızgınım hem de üzgün, hem endişeliyim hem de yüreğim el vermiyor benim de zamanında ama yakalanmadan yediğim naneyi yediği için onu azarlamaya. Zaten azarlasam ne olacak? Kafa bir milyon.

Yatağa yatar yatmaz elimi tutuyor. Elini kaldırıp içini öpüyorum. Ağlamaya başlıyor.

- Ağlama bir tanem! Yarın konuşuruz, anlaşırız. Şimdi uyu, tamam mı?

- Babaaa! Seni hayal kırıklığına uğrattım. Kendimi affedemiyorum.

- Tamam, olur böyle şeyler. Şimdi uyumaya çalış.

- Ben seni seviyorum. Annemi de. Ne kadar sevdiğimi bilemezsin. Ama, söyleyemiyorum. Neden bilmiyorum ama gösteremiyorum. Bir şey durduruyor. Sarhoşum ve ancak şimdi söyleyebiliyorum. Allah beni kahretsin!

- Biz de seni seviyoruz canım oğlum! Hadi uyu lütfen.

- Ben uyuyana kadar yanımda durur musun?

Eli elimde. Hafifçe alnını okşuyorum. Oğlan uykuya dalmadan son bir kez daha konuşuyor.

- Yarın da seni sevdiğimi bil. Bu kez söyleyeceğim.

******

Sürekli takip ettiğim Fularsız Entellik podcastında Immanuel Tolstoyevski Altruizm üzerine konuşuyordu. Bir noktada konu insanın karşılıksız iyilik yapmasının mümkün olup olmadığına geldi ve şu anda hangisi hatırlamıyorum ama bir filozof, yapanın kendi bile farkında olmadan yapılan iyilik karşılıksız iyiliktir, demiş. Ben de kendi kendime birinin bana böyle bir iyiliği dokundu mu diye düşünürken bu anılar, enstantaneler geldi aklıma. Oğlum alttan alta bana Türkiye’yi ve olması gerekenleri anlatıyormuş meğer. Şimdi soruyorum:

- Bizim Türkiye’de bir acı yaşanınca insanlar buna ortak oluyor mu? Acıyı paylaşıyor muyuz?

- İnsanları dış görünüşüyle değil becerdikleriyle, yaptıklarıyla değerlendirebiliyor muyuz? Renk körü olmayı becerebiliyor muyuz?

- Bizi yönetenler açıkça bizden ne istediklerini söylüyor mu? Karşılaşacağımız zorlukları bize anlatıp biz bunları aşmaya çalışırken yanımızda olup bize destek veriyor mu?

- Gündelik yaşamın hayhuyunda birbirimize gerçek duygularımızı söylüyor muyuz? Bunu söylemek umurumuzda mı?

- Çoktandır ortalarda görünmüyor. Banu Alkan’dan haberi olan var mı?

Bu son soru aslında yazının bel kemiğini oluşturmakta olup bu konuda bilgi verebileceklerin benimle özelden temasa geçmelerini istirham ederim.