Dreyfus Davaları’na karşı adaleti savunmak

Kimseye haksızlık etmek istemem, bu adaletsizliğe karşı canla, başla mücadele edenler var. “Adalet” talebini hep bir ağızdan haykırmak artık bir mecburiyet. Omuz omuza vermedikçe bu karanlıktan çıkış yok.

İnsanlık tarihi adaletsizliğin her türlü örneğiyle dolu. Adalet adına ne varsa yüzyıllar boyu süren zorlu mücadelelerle kazanıldı. Ama kazanılan her şey pamuk ipliğine bağlı. Egemenler, iktidarlar yeryüzünde eşitlik ve adalet tesis edilmedikçe, sınıflar ortadan kalkmadıkça tıpkı ekmek gibi adaleti de çalmak için hiçbir fırsatı kaçırmayacaklar.

Tekerrür etmez fakat bugünün pek çok hadisesinin benzerlerini tarihte bulmak mümkündür. Hatta yüzlerce yıl önce yaşanan bazı olaylara bugünkülerin fena halde benziyor oluşu ilerlediğimiz yolun arpa boyu kadar olup olmadığını da sorgulatır. 1800’ler Fransa’sında yaşanan Dreyfus Davası bu nedenle çok önemli bir tarihsel örnektir.

20. yüzyıla kısa bir zaman kala Fransa hayli sıkıntılıdır; gericilik, milliyetçilik yükseliyor, rejim sallanıyordur. Çok büyük bir iflas olan Panama Kanal Kumpanyası’nın batışı sonrası, milletvekillerinin, bürokrasinin dâhil olduğu bir dizi rüşvet skandalı ortaya çıkar. 1871’de Fransa Almanlara yenilmiştir ve bu yenilgiye ihanetin neden olduğuna dair bir hava esiyordur: “Birileri ordu sırlarını düşmana iletiyordur.” 1894’te Paris’te Alman Ateşesi’nin çöp kutusunda Fransız ordusuna dair bilgi içeren notlar bulunur. Yüzbaşı Dreyfus o dönemin atmosferi açısından “uygun” bir casus adayıdır. Yahudilere dönük yoğun bir nefret kampanyası sürüyordur. Bizzat ordu içinden Yüzbaşı Dreyfus’un casus olduğu dedikodusu basına servis edilir. Irkçı gazete La Libre Parole görev başındadır. Dreyfus her türlü soruşturmaya açık olduğunu beyan eder.

Nottaki yazının yüzbaşına ait olmadığı bilirkişi tarafından tespit edilir. İstihbaratın istediği bu değildir, derhal yazının Dreyfus’a ait olduğunu söyleyecek başka uzmanlar bulunur ve hakkında vatana ihanetten dava açılır. İstihbaratın başındaki isim Albay Sandherr elde olan belgeyle yetinmez, başka sahte belgeler de üretir. Binbaşı Henry yüzbaşının yazısını taklit eder. Savcı iddianameyi hazırlarken Dreyfus’un "fazla kültürlü olması, Almanca bilmesi, güçlü bir belleğe sahip olması” gibi özelliklerini bile casusluğuna delil olarak sayar.

Yargılama ciddiyetten uzak bir biçimde hızlıca yapılır. Vatana ihanet suçundan mahkûm olan Dreyfus’un rütbeleri onur kırıcı bir aşağılama töreninde sökülür. Kalabalık “Yahudilere ölüm” diye bağırmaktadır.

Yüzbaşı ömür boyu hapis cezasını çekmek için Şeytan Adası’na gönderilir. Çoğunluk Dreyfus’a lanet okurken, basının büyük bölümü suçlama kampanyasını köpürtürken eşi ve kardeşi Dreyfus’un suçsuz olduğunu haykırmaya çalışır.

İstihbarat Müdürü Sandherr’in yerine Yarbay Picquart’un atanması olayların seyrini bir nebze değiştirir.

Picquart, şüphelerinin üstüne gitmekte kararlıdır. Devlet açısından ise bu yoldan geri dönüş şansı yoktur. Ordunun, yargının itibarı suçsuz bile olsa Yahudi bir yüzbaşı için feda edilemez. Picquart Paris’ten sürülür ama sahte belgelerin Binbaşı Henry tarafından düzenlendiği de ortaya çıkmış olur.

Mağduriyetin burada sona ermesi beklenir değil mi? Öyle olmaz; sağcılar basınıyla, milletvekilleriyle, partileriyle, linçi kalabalıklarıyla hakikatin önüne set çekerler: “Olanlar Yahudilerin komplosudur.”

EMİLE ZOLA’NIN YERİNE GETİRDİĞİ TARİHSEL SORUMLULUK

Fakat her şeye rağmen karanlığın ortasında hakikati savunanlar vardır. Usta edebiyatçı Emile Zola bir adım öne çıkar ve davanın seyrini değiştirecek bir mücadeleye girişir. Zola dava görülürken İtalya’dadır, Paris’e döndüğünde öğrendiği gerçekler karşısında sessiz kalamaz. Dreyfus’un tekrar yargılanmasını isteyenler Yahudi örgütü kurmakla suçlanırken, Zola yazılarıyla kışkırtıcı basını hedef alır. 1897’de Dreyfus lehine ilk yazısını yazdığında resmi makamlar artık böyle bir davanın tekrar görülmesinin mümkün olmadığını söylüyorlardır.

Bu arada gerçek casusun da kim olduğu ortaya çıkar ama suçluları aklayan sahte raporlar düzenlenir. Zola bir süre sonra gazetelerde yazamaz olur. Le Figaro’daki son yazısı “Tutanak” bu hukuksuzluğa sessiz kalan basını sert, etkili edebi bir dille eleştiriyordur.

Ardından “Gençliğe Mektup” yazısını yazar, milliyetçiliği, şovenizmi ve karşı devrimin dalgasına kapılan gençliği kıyasıya eleştirir. Sonra “Fransa’ya Mektup” adlı metni kaleme alır, tüm ulus yazarın eleştiri oklarının hedefindedir: “Devrimci Fransa halkı yalanlarla kışkırtılan, yobaz bir kitle halini almıştır.” Yine de umut vardır.

Edebi ve tarihsel olarak çok önemli hale gelecek, Dreyfus Davası için dönüm noktası olacak “Suçluyorum!” (J’accuse!) cesur, aynı zamanda şiirsel bir metindir. Cumhurbaşkanı Felix Faure, Zola’nın açık mektubunun muhatabıdır: “Gerçek suçluların temize çıkarılması Fransa için utanç kaynağıdır.” Cumhurbaşkanı eğer bu utanca göz yumarsa tarih önünde suçlu sayılacaktır. Bu tarihsel metin devleti, orduyu, askeri mahkemeleri, basını Dreyfus Davası sebebiyle suçlar. “Suçluyorum” metinde çeşitli defalar tekrarlanır. Yazar meydan okur, “beni de yargılayın” der: “Bu suçlamaları yöneltirken, kendimi hakaret suçlarını cezalandıran 29 Temmuz 1881 tarihli Basın Yasası’nın 30 ve 31’inci maddelerinin kapsamına soktuğumu biliyorum. Bu tehlikeye isteyerek atılıyorum.”

“Suçluyorum”un ardından davaya ikircikli yaklaşanlar taraflarını net olarak belirler. Fransa’da bir aydın hareketi doğar, imza kampanyaları düzenlenir, bildiriler basılır. Talep açıktır; Dreyfus Davası tekrar görülmelidir.

Dünyadan pek çok aydının da desteklediği başarılı mücadele Zola’nın kendisinin de hedef haline gelmesine neden olur, hakkında karalama kampanyaları düzenlenir. Bakanlar Kurulu suç duyurusunda bulunur. Yargılandığı esnada gericiler "Kahrolsun Zola", "Yahudilere ölüm", "Hainlere ölüm" sloganlarıyla gösteriler düzenler, Yahudilerin dükkânlarını taşlarlar. Zola, orduya kendisinin hakaret etmediğini, asıl hakaret edenlerin hukuksuzluğu tertipleyen bir takım haydutlar olduğunu söyler. Dreyfus’un suçsuzluğu üzerine ant içtiği savunmasını "bir gün Fransa bana teşekkür edecektir" diye bitirir. Bir yıl hapis cezası alır.

Yazılarına devam eder, cezası kesinleşince dostlarının ısrarıyla İngiltere’ye gider. Bir süre sonra Dreyfus’a iftira atan çete açığa çıkar, Henry tutuklanır ve hücresinde intihar eder. Tanıdık gelecek, milliyetçi Fransız basınına göre Henry şehittir: “Henry sahte belgeleri yurdunu sevdiği için düzenlemiştir.”

Fransa’da Emile Loubet'nin Cumhurbaşkanı olması umutları bir nebze olsun yeşertir. Tüm saldırılara karşı yürütülen kampanyalar sonuç verir, Dreyfus yeniden yargılanacaktır. Zola da Fransa’ya döner.

Dreyfus, Şeytan Adası’ndan Fransa’ya getirilir. Öyle bir siyasi atmosfer vardır ki; darbe girişimi, Dreyfus’un avukatına saldırı gibi pek çok olay yaşanır. 9 Eylül 1899'da yapılan duruşmada, deliller ve masumiyeti ortadayken Dreyfus tekrar suçlu bulunarak 10 yıl hapse mahkûm olur. Mahkemede avukatlara, tanıklara söz hakkı verilmemiştir. Zola’ya göre Fransa dünyaya rezil olmuştur.

Devletin, ordunun inadıyla hukuksuzluk sürüyordur. Cumhurbaşkanı artan toplumsal hoşnutsuzluğu gidermek için Dreyfus’u affetmeye karar verir. Böylece dava tartışma konusu olmaktan çıkacaktır. Emile Zola affa karşı çıkar, bu masumlarla suçluların bir tutulmasıdır, oysa Dreyfus daha önce de ant içtiği üzere masumdur. Sonuç büyük yazarın istediği gibi olmasa da; meşakkatli bir mücadeleyle milliyetçilerin ve gericilerin maskesi düşmüştür.

Zola yazmaya devam eder. Ancak 29 Eylül 1902’de şömineden sızan dumandan zehirlenerek ölür. Bir cinayet sonucu öldürüldüğüne dair derin bir şüphe oluşmuştur. Elli bin kişi Zola’nın cenaze töreninde bir araya gelir. Fransa O’na teşekkür ediyordur.

Dreyfus ise 1906'da yeniden yargılanır, aklanarak ordudaki görevine döner.

DREYFUS DAVALARIYLA DOLU TARİHİMİZ

Ülkemiz tarihinde Dreyfus Davası gibi örnek gösterilecek pek çok dava var. Yirmi yılı aşan AKP’li yıllarda ise adaletsizliğin bir sınırının olmadığını her gün yeniden görüyoruz.

Uzun yıllar eski ortak cemaatin uzmanlaştığı yöntemlerle siyasi muarızların üzerine gidildi. Evlere yerleştirilen sahte deliller, “gizli tanıklar”, özel yetkili mahkemeler bu dönemin akılda kalan kavramları. Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV, Devrimci Karargâh, Hopa Davası gibi davaların her biri Dreyfus Davası hukuksuzluğunda sürdü. Bu davaların hemen hepsinde delil üretenlerin operasyonu gerçekleştirenler olduğu sonra ortaya çıktı. İsimsiz bir ihbar, üretilmiş bir CD, word dosyası, gizli bir tanık uzun yıllar boyu insanların tutuklu kalmasına, hapishanede hastalanmasına, ölmesine neden oldu. Bazı “gazeteciler” bavullar dolusu sözde delili mahkemelere götürdü. Yalanların ortaya çıkması yaşanan adaletsizliği ve mağduriyeti gidermedi. Bütün bunlar olurken 12 Eylül davasıyla, referandumla şov yapıldı.

Sonrası bildiğimiz süreç; dershane gerilimi, MİT krizi, 15 Temmuz Darbe girişimi… Cemaati tasfiye etmeye çalışan iktidar darbe girişimini bahane ederek bütün muhaliflerini tasfiye etme harekâtına girişti. Binlerce kamu çalışanı, akademisyen görevlerinden uzaklaştırıldı. Bırakın cemaatle ilişkili olmayı cemaate karşı mücadele eden pek çok dernek, televizyon kapatıldı, basın susturulmak istendi.

Bu dönemde halkın, emekçilerin kazanılmış hakları her fırsatta gasp edildi. İktidar hala sermayeye grev yasaklamayı marifet olarak pazarlıyor.

“EKMEK HER GÜN GEREKLİYSE NASIL / ADALET DE GEREKLİ HER GÜN / HEM O, GÜNDE BİRÇOK KEZ GEREKLİ”[i]

Adaletsizliğin karanlığı yalnızca adaletsizliğe maruz kalanları boğmaz. Söz konusu olan hepimizin, bütün bir ülkenin bugünü ve geleceğidir.

Müebbet cezaları, 18 yılları ve daha nicelerini insanların yüzüne rahatça okuyanlar da onların aslında suçsuz olduğunu bilmiyorlar mı? Selahattin Demirtaş’ın ve seçilmiş siyasetçilerin ispatsız iddialarla yıllardır tutuklu olduğunu, onları içerde tutanın adaletin terazisi değil iktidarın kararı olduğunu görmeyen var mı? Linççi güruhlara yuhalatılmaları, sosyal medyadaki trollerin saldırıları gerçeğin üstünü örtemez.

Milyonlarca insanın katıldığı, ülkemiz tarihinin en büyük demokratik direnişini Osman Kavala’nın planladığına, parka gönderdiği bir sandalye, birkaç sandviç ile finansını üslendiğine gerçekten inanan, aklı başında bir Allah’ın kulu yok! Can Atalay’ın Mücella Yapıcı’nın, Tayfun Kahraman’ın Gezi zamanında yaptıkları açıktır, ortadadır. Saçma sapan, hiçbir maddi temeli olmayan iddialara maruz kalmaları tarihe hukuksuzluk örneği olarak geçmiştir. Ayrıca iyi birer Gezici oldukları kadar mesleklerinde başarılı, onurlu insanlar olduklarına da şahidiz. Aynı şekilde Çiğdem Mater, Mine Özerden, Hakan Altınay suçsuzlukları ayan beyan ortayken tutsak ediliyor.

Türkiye İşçi Partisi’nden Hatay vekili seçilen Can Atalay anayasanın, hukukun, kuralların, kanunların ayaklar altına alınması pahasına serbest bırakılmıyor, Anayasa Mahkemesi yok sayılıyor. Yargının iktidar sopası olarak kullanılması adaletsizliğin en büyük nedeni.

Kısacası ülkemiz her gün bir başka Dreyfus Davası’nın yeni bir rezilliğiyle yüzleşiyor. Bu ülkede yaşayan milyonlar olarak adalete açız. Öğretmenin, öğrencinin, işçinin, kamu çalışanın, gazetecilerin, emeklilerin, kadınların, gençlerin, çocukların adalete ihtiyacı var. Depremle hayatları yıkılanlar her gün başka bir adaletsizlikle karşı karşıya ve adalet istiyorlar.

Adaletsizliğin temeller ortadan kaldırılmadıkça Albay Sandherrlar, Binbaşı Henryler, Cumhurbaşkanı Felix Faureler bitmez. Peki Zolalar biter mi? Tamam hepimiz belki onun kadar iyi edebiyatçı, büyük yazar olamayız ama onun kadar vicdanlı, haksızlığın karşısında duran insanlar olabiliriz.

Adaletsizliği kabul etmeyen milyonların olduğunu biliyoruz. Kimseye haksızlık etmek istemem, bu adaletsizliğe karşı canla, başla mücadele edenler var. “Adalet” talebini hep bir ağızdan haykırmak artık bir mecburiyet. Omuz omuza vermedikçe bu karanlıktan çıkış yok.


[i] Bertolt Brecht “Halkın Ekmeği” adlı şiirinde böyle diyor.

KAYNAKLAR:

Emile Zola, Gerçek Yürüyor – Dreyfus Olayı, K Yayınları 1976

Emile Zola, Suçluyorum, Can yayınları 2007

Gül Tekay BAYSAN, Dreyfus Davası: Gerçek ve Adalet Savaşçısı Zola, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 19 / Sayı: 1/ ss. 181-195