Depremden sonra 1 uzun yıl

Kaybettiklerine bir kez daha ağlayacak ve onları anacak. Yaralarının sarılmamasına, sesinin duyulmamasına, haklarının gasp edilmesine, iradesinin çiğnenmesine karşı isyanını haykıracak.

“…Ama acılara alışılmaz

birşeyler var değişecek

birşeyler var

değiştirmemiz gereken

önce acılardan başlanacak…”*

Birkaç gün sonra üzerinden tam bir yıl geçmiş olacak. 6 Şubat ve sonrasıyla ilgili bir şeyler yazmak, anlatmaya çalışmak çok zor. Ne desem eksik kalacak, ne duygularımı istediğim gibi ifade edebileceğim, ne gerçekleri eksiksiz anlatabileceğim. Olsun, yapabildiğim kadar…

Hayatlarımız genellikle birbirine benzeyen sıradan günlerin art arda dizilmesiyle geçiyor. Bu rutini bazen sevinçler, mutluluklar, bazen de acılar, mutsuzluklar bozuyor. Ne yaşarsak yaşayalım zamanın aşındırıcı ve sağaltıcı yasası işliyor.

Milyonlarca insan için depremin ardından geçen bir yılda zamanın bu kuralı işlemedi. Takvim yaprağı 6 Şubatta, saat 4.17’de takıldı kaldı. Geçen bütün günler 6 Şubat’ın bir gün sonrası gibi.

“ACILARA ALIŞILMAZ”

Evler yıkıldı, on binlerce insan hayatını kaybetti… Şair doğru söylüyor, ailesinin tamamını, annesini, babasını, evlatlarını, eşini, arkadaşlarını, sevdiklerini kaybeden, yakınlarının akıbetini bilmeyen, cenazesini dahi bulamamış insanların acıya alışması mümkün değil.

İki dakikanın hiç bitmeyecekmişçesine bu kadar uzun olabileceği hayal bile edilemez. Herkesin uykuda olduğu sıradan bir gecenin iki dakikası sanki her şeyin yok olması için kurulmuştu.

O geceyi yaşayanlar sanıyorum benzer şeyler hissetmişlerdir. Fakat yaşanan ne alın yazısıydı, ne de kader. Doğanın böyle bir gerçeği vardı ve Antakya’da yüz, yüz elli yılda bir benzer şiddetle yer sarsılıyordu.

Bakmayın “Yüzyılın Felaketi”, “kader planı” falan diyerek yaşananı insanın ve sistemin sorumluluğundan çıkarmaya çalıştıklarına. Her şeyi paraya tahvil eden kapitalist sistem, onun sürekli imar affı çıkartan iktidarları, rantçı, rüşvetçi yerel yönetimler, gözünü para hırsı bürümüş hırsız müteahhitler, liyakatsiz yöneticiler on binlerin ölüm fermanının imzacılarıdır.

Bütün bunlarla beraber iktidarın son yirmi yılda, var olan pek çok birikimi de talan ettiğini acı sonuçlarıyla gördük. Dakikalar hayati önemdeyken günler geçiyor ve kurtarma ekipleri gelmiyordu. Kızılay’ın afet halinde tekrar ettiği ezberleri bile artık yoktu. AFAD hazırlıksızdı, başındakiler, kadroları iş bilmez ve beceriksizdi.

Hayatta kalanlar yakınlarını kurtarabilmenin, bu mümkün değilse en azından cenazelerine ulaşabilmenin çabası içindeydi. Yönetenler bu esnada suçsuz olduklarını, arama kurtarma çalışmalarının eksizsiz yapıldığını ispat etmenin derdindeydi. Erdoğan “Diğer sınamalar gibi deprem felaketinin de altında kalmadık, Allah'ın izniyle kalmayacağız” diyordu. Doğru söylüyordu, yıkılmış binaların altında kalan halktı, onlar değildi.

Yönetenlerin “her şeyi doğru yaptık” hali, insanların acısının bile esnetemediği kibri unutulmayacak!

Ama memleketin her bir köşesinde insanların yüreği yanıyor; halk acıya ortak olmaya, elinden geldiği kadar depremzedelere maddi, manevi destek olmaya çalışıyordu. Sermaye sahipleri iktidar organizasyonuyla şov yapıyor, milyonlar havada uçuşuyordu. Sahi ne oldu o paralar? Kimse hesabını vermiyor.

ZOR 1 YIL

Deprem 11 ili etkiledi, Hatay ise yıkımın insan aklını zorlarcasına yaşandığı yer oldu. Şehrin merkezi Antakya, Defne neredeyse tamamen yıkıldı. Samandağ için de aynı şeyi söylemek mümkün. Kırıkhan, Arsuz ve İskenderun yıkımı ciddi şekilde yaşayan ilçelerdi.

Günler geçiyor, umutlar tükeniyor, hayatta kalanlar yaşamı sürdürmekte zorlanıyordu. Depremden birkaç gün sonra büyük bir zorunlu göç dalgası başladı. 1 milyon 700 bin nüfuslu şehirden 700 bin insan günler süren yolculuklarla ülkemizin çeşitli yerlerine göç ettiler. Normal zamanlarda 1,5 saat süren Adana’ya o günlerde 10 saati aşan yolculukla varılabiliyordu.

Göçenler yanlarında acılarını, aşılması zor travmalarını ve büyük hasretlerini yanlarında götürdüler. Gittikleri her yerde depremi tekrar yaşamaktan korktular. Bir kısmı ilk fırsatta geri döndü. Hiç gitmeyenler bir süre sonra haber bültenlerinde alt sıralara düşen deprem gerçeğiyle yaşamaya mecburdu. Her şeyin sorun haline geldiği, günleri bu sorunların tekrar etmesiyle geçen bir yılı zihninizde canlandırmaya çalışın. Evsizlik, işsizlik, sıcak bir yatağınızın olmaması, istediğiniz zaman banyo yapamamak, içecek suyu zor bulmanız, doktorsuzluk, kıyafetsizlik, tuvalet sorunu…

Kavurucu sıcakla, tozla, sivrisineklerle, su sıkıntısıyla geçen yaz; koşulların hiç düzelmemesinin moralsizliğiyle, artan yağmurlarla konteynerlerde, çadırlarda yaşanan su baskınlarıyla, çamurla geçen son bahar; bütün bunlara soğuğuyla dâhil olan çok ama çok sevimsiz bir kış…

Altyapı tamamen çökmüş halde, yollar delik deşik ve her geçen gün daha da kötüleşiyor, düzeltmek için atılmış hiçbir adım yok. Sürekli trafolar patlıyor, elektrik kesiliyor. Eğitimin daha sağlıklı bir ortamda sürmesi için yeterli adımlar atılmıyor. Öğrencilere kitap-kırtasiye desteği yok, bir öğün sıcak yemek yok, servis desteği yok. Sağlık sistemi yetersiz, personel ve donanım eksikleri giderilmiyor. Bazı ameliyatlar yapılamıyor.

Hatay’ın ticari ve ekonomik hayatı tamamen yerle bir olmuşken, ayağa kalkması için gerekli adımlar atılmıyor. Çiftçi, esnaf, küçük üreticiler, eczaneler, lokantalar, marketler tahmin edebileceğinizin çok ötesinde zor koşullarda yaşamaya çalışıyor. Hatay’ı ve depremi ağır şekilde yaşayan şehirleri afet bölgesi ilan etmemek suç!

ANTAKYA’NIN HAYATTA KALMA, AYAĞA KALKMA İRADESİ

Depremi yaşayan şehirler 1 yıldır on binlerce sakininin eksikliğiyle yaşıyor. Hatay insanlarıyla beraber tarihi binalarını, sokaklarını kaybetti. Hasarlı binaların pek çoğu yıkıldı, şimdi şehre yüksek bir yerden baktığınızda göreceğiniz şey koca bir boşluk. Meğer ne çok kepçe, vinç varmış, depremden sonra betonların altından insan kurtarmaya gelememişlerdi. 1 yıldır hasarlı binaları yıkıyorlar, demirleri ayıklıyorlar, kamyon kamyon taşıyorlar.

Her şeye rağmen şehrin yaşamaya, ayakta kalmaya dair direnci var. Birçok insan umut zerresini o dirençte buluyor. Hatırlarsanız deprem sonrası kalanlar “gitmiyoruz” gitmek zorunda kalanlar “döneceğiz” diye duvarlara yazıyorlardı. Göçmek zorunda kalanlar gittikleri her yere Antakya’yı da götürdüler. Gittikleri yerde Antakya’ya benzeyen bir şeyler bulmaya çalıştılar. Her anlarını geri dönme arzusuyla yaşadılar, yaşıyorlar.

Bu ruhun ve kenti bırakmama arzusunun kökleri çok derinde. O köklerde halklarımızın tarihi, kültürü ve emeği var. Arap, Türk, Yahudi, Ermeni halklarının Alevi, Sünni, Hristiyan, Musevi bütün inançların yüzyıllar boyu bir arada yaşamasının yarattığı zenginliğin değeri ölçülemez. İnanca, gündelik hayata, geleneklere, bayramlara, yemeklere, mezelere, şarkılara yansıyan kültürel iklim Antakya’dan vazgeçilmemesinin en önemli nedeni.

Bu öyle kendiliğinden oluşmuş bir hal falan da değil, formülü direnmekte. İnsanlar direndiği, kimliklerine ve kültürlerine sahip çıktıkları için, başkalarına saygı duydukları ve başkalarının kendilerine saygı duymalarını sağladıkları için Antakya böyle bir kent olabilmiş.

Yoksa alt yapısı hep kötü, yolları bozuk, hükümetlerin ve yerel yönetimlerin kalkındırmak için bir şey yapmadığı bir şehirdi Antakya. Yaşayanlar bu durumdan hep şikâyetçiydi, ziyaret edenler genellikle Antakya’yı severler ama yollarının, altyapısının, belediyecilik hizmetlerinin neden bu kadar kötü olduğunu merak ederlerdi.

Hâsılı, güzellikten yana ne varsa hep bir şeylere rağmen olmuş burada. Kaç tehdide boyun eğilmeden gelinmiş bu günlere. 1980 öncesi Alevi – Sünni çatışmasına yol açacak provokasyonlara engel olunmasıyla, Suriye Savaşı başladığında savaş politikalarına karşı çıkılması ve sokaklarında dolaşan cihatçılara boyun eğilmemesiyle, Gezi Direnişi’nin önde gelen şehirlerinden biri olmasıyla Antakya’nın özel ve güzel olması arasında bir bağ olmalı.

“BİRŞEYLER VAR / DEĞİŞTİRMEMİZ GEREKEN / ÖNCE ACILARDAN BAŞLANACAK”

Yarası kabuk bağlamamış, henüz kanayan bir kentin hayatı yeniden kurmaya dönük güçlü bir arzusu ve iradesi olduğunu herkesin bilmesi gerekir.

Ama bu duygulara kentin tarihi ve kültürel dokusunun yok edileceği, hakların gasp edileceği korkusu eşlik ediyor. 1 yıldır sürekli duyulan “rezerv alanı”, “riskli alan”, kentsel dönüşüm yasası” gibi kavramlar insanlarda “hayırlı bir iş” hissi uyandırmıyor. Kısacası iyi bir şeyler olacağına dair bir umut yok.

Antakya bile isteye ihmal edilmiş bir kent. Halk ayrıca, vekil seçtiği Can Atalay’ın önce yargı darbesiyle serbest bırakılmamasının, en son meclis darbesiyle vekilliğinin düşürülmesinin iradesinin gasp edilmesi demek olduğundan çok emin. O halk ki on binlercesi göçmek zorunda kaldıkları yerlerden yüzlerce kilometre yol gelerek oy verdi. Kalacak bir yeri olmayanlar arabalarında yattı.

Görünen o ki, halkın hayata, geleceğe, tarihe ve kültüre sahip çıkabilmesi, var olabilmesi için yine direnmekten başka çaresi yok. Yüzyıllardır böyle yapmış, yine yapacak. Depremde kaybettiğimiz insanlarımız, yıkılan şehirlerimiz için… Ülke olarak insanca yaşadığımız, depremlerde ölmediğimiz bir gelecek için… Depremi ve sonrasında yaşananları unutmayalım, yaşama, hayatta kalma, ayağa kalkma iradesine ve umuda sahip çıkalım.

6 Şubat tüm ülkede anma günü olmalıdır. Deprem şehirlerinde resmi kurumlar ve iş yerleri açılmamalıdır. Eminim Antakya resmi bir karar olsun olmasın böyle yapacak. Kaybettiklerine bir kez daha ağlayacak ve onları anacak. Yaralarının sarılmamasına, sesinin duyulmamasına, haklarının gasp edilmesine, iradesinin çiğnenmesine karşı isyanını haykıracak.

*Ahmet Telli’nin “Bekle beni” adlı şiirinden